İmam Sadık (as) Emirel Müminin Ali (as)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Allah'ı Allah'la, Rasulü risalede, ululemri ise iyiliği emretmek, adalet ve ihsanla tanıyınız." (Usul-i Kafi, Cilt, 1 s. 4 Tevhid kitabı 1. hadis)
ŞERH
İrfan, ilim, marifet ve bilginin oldukça birbirinden farklılığı vardır. Lügat açısından ilim külliyatla ilgilidir. Marifet ise cüziyat ve şahsiyatla ilgilidir. Arif billah ise Allahu Tea-la'yı huzurî müşahede ile tanıyan kimsedir. Alim billah ise felsefi burhanlarla Allahu Teala hakkında ilim sahibi olan kimsedir. Bazıları diyorlar ki, ilim ile irfan iki açıdan birbirinden farklıdır. Birincisi müteallak açısından ki, zikredildi.
Diğeri ise marifette unutkanlık ve nisyan geçmişi söz konusudur. O halde bir şeyi ilk defa derk edince buna ilim derler. Ama birşey malum ise ve unutulursa yeniden idrak edilince buna da marifet derler. Arife de eski yaratılışları ve mülki ile tabii neşetten önceki alemleri hatırladığı için arif demektedirler. Bazı suluk ehli zer (yaratılış) alemini hatırladıklarım iddia ediyorlar. Ve onlar bu tabiat aleminin gafletle nisyana sebep olduklarını söylüyorlar. Dolayısıyla da bu kalın hicab kaldırıldığında insanın önceki alemleri hatırlayacağını söylüyorlar. Bazı zevk sahibi kimseler manevi ve ruhani miracın hakikatini eski günleri hatırlamak olduğunu söylüyorlar. Biz geçmiş hayatımızı düşündüğümüzde hayatımızın sadece bir bölümünü hatırlıyoruz. Kimimiz yedi yaşından sonraki hayatımızı, kimimiz beş yaşından sonraki hayatımızı ve kimimiz de üç yaşından sonraki hayatımızı hatırlıyoruz. Bundan önceki hayatını hatırlayanlar, oldukça azdır. Sadece İbni Sina'dan nakledilmektedir ki, o ilk zaman bile hatırlıyormuş ve diyormuş ki "Bundan daha fazlasını da hatırlamak mümkündür." Yani insanın anne rahminde ve hatta babanın sulbünde olduğu günleri bile hatırlaması mümkündür. İnsan ilk önce tabiat alemini daha sonra melekut-i alayı daha sonra ceberrutu daha sonra da cebberut-i a'layı ve sonunda da ru-bubi alem neşetini hatırlar ve bu tezekkür miracın hakikat ve ruhani yücelişin gayetidir.
Eğer bu konu doğru birşey olsa da miracın hakikatinin bu olması kalb ashabı ile irfan ehlinin nezdinde doğru birşey değildir. Ruhani miracın hakikati manevi bir hareketten ibarettir ki, onunla vücud dairesi tamamlanır ve şuhud silsilesinde var olan herşey gayb alemine irca eder ve bu, dönüş hareketi ve yücelişinde sözkonusudur. Bu dönüş hareketi ise mevcudatta ve özellikle de enbiya ve onlar arasında da özellikle Rasulullah (sav)'ta cari olan sünnetullahın hilafınadır. Ve bu sülük Allah Teala'nm zatında mutehayyyir olan meleklerden bir sınıfın meczubiyetine benzemektedir ki, kesretlerden tümüyle gaflet içerisindedirler. Merhum Şahabadî şöyle buyuruyordu: "Hz. Adem (as) kendi mülküne asla teveccüh etmezdi. Gayb alemi ile kudsi makama cezb olmuştu. Ve bu hareket Adem'i ademiyetten selb ediyordu. Dolayısıyla Allah Teala şeytanı ona musallat etti ki, tabiat şeceresine müteveccih olsun ve o melekutî cazibeden mülke yönelsin.
Fasıl
Allah Teala'yı Allah Teala'yla Tanıyınız Sözünün Maksadı Beyanında
Bil ki alimlerden her birisi Allah'ı Allah'la tanıyınız sözü hakkında kendi felsefi meşrebi veya ilmi mesleği münasebetiyle birtakım açıklamalar yapmıştır ve biz teberrüken bunlardan bazısını zikredeceğiz.
Sıkatü'l-İslam Kuleyni şöyle buyuruyor: "Allah Teala, beden, ruh ve nurları tek başına yarattı. Bu hususta hiç kimseyi ortak tutmadı ve onlardan hiç birine de benzememektedir. Dolayısıyla her kim Allah Teala'yı bunlardan birine teşbih ederse Allah'ı Allah (cc) olarak tanımamıştır. Ve eğer Allah'ı onlara benzerlikten tenzih ederse Hakkı Hak olarak tanımıştır." Garib odur ki Molla Sadra bu sözü hadisin tetim-mesi zannetmiş ve kendi mesleği mutabakatınca bundan uzun birtakım tevcihlerde bulunmuştur.
İkinci olarak şeyh Seduk şöyle buyurmuştur. "Allah'ı Allah'la tanımaktan maksad şudur ki, eğer biz Allah'ı aklımızla tanırsak Allah Teala aklımızın sahibidir ve bizlere Allah Teala aklı hibe etmiştir. Eğer Allah'ı enbiya ve hüccetleri sayesinde tanıyacak olursak Allah onları göndermiş ve hüccet karar kılmıştır ve eğer Allah'ı nefsimizle tanıyacak olursak onların da yaratıcısı Allah Teala'dır.
Üçüncü olarak Molla Sadra şöyle demiştir: "Allah Teala hakkında marifet yolu iki çeşittir. Birisi müşahede ve irfandır. ikincisi ise tenzih ve takdis iledir. Birinci yol sadece enbiya ve kamil insanlar için müyesserdir. Dolayısıyla hadiste ikinci yol gösterilmiştir." Molla Sadra şeyh Kuleyni'nin kelamını hadisin bir cüzi saymış, Hz. Sadık'm yaptığı tefsiri Hz. Ali'nin kelamından saymıştır ve sözü de bu tahmini üzere mübtenidir.
Dördüncü olarak da muhakkik feyz şöyle demiştir ki "her mevcudun bir mahiyeti ve vücudu vardır. Eşyanın mahiyeti onları zati ve nefsi tecellileridir. Vücudlan ise onların ilahi cihetidir ki, zatın kıvamı, eserlerin zuhuru ve eşyanın kuvveti de bununla kaimdir. O halde mahiyete ve eşyamn tecellileri cihetine imkan ve hakka olan ihtiyaçları açısından bakan bir insan Hakkı eşya ile tanımıştır; Hak ile değil. Ayrıca bu ilim ve marifet fıtridir. Kesbi değil. Ama "Nerede olursanız olun o sizinledir." ayeti ile "Allah'tan başka herşey helak olacaktır" Ayetinden anlaşılan cihetten bakılacak olursa Hakkı Hakla tanımış olur.
Beşinci ihtimal ise yazarın görüşüdür ki bu da sıfat ve esma ilminde mukarrar olan ve mukaddemenin zikredilmesinden sonra malum olacak olan birşeydir ki Allah Teala'nın mukaddes zatı için bir takım itibarlar vardır ve her itibarlar içinde bir istilah sözkonusudur. Bu itibarlardan birisi zatın bizzat itibarıdır ki bu itibar hasebiyle zat, mutlak meçhul olup hiç bir ismi ve resmi yoktur. Ariflerin emelleri kalb ashabının arzusu ve evliyanın istekleri ona ulaşamaz. Bazen marifet ashabının lisanında "anka-i muğrib" diye tabir edilmiştir "anka kimseye av olmaz tuzağını kaldır." Bazen de Ama (bulut) diye tabir edilmiştir. Nitekim Rasululah (sav)'den "Rabbin alemleri yaratmadan önce neredeydi?" diye sorulunca bir bulutta" diye cevap verdi. Bazen de "gaybu'l-ğuyub veya gayb-i mutlak diye tabir edilmiştir. Gerçi bu tabirler nakıs tabirlerdir. Anka, âma ve diğer tabirler irfanî zevk açısından burhanlardan hiçbiriyle mutabık değildir.
Başka bir itibar ise zatın gaybi tecellisi ve mutlak zuhurun yokluğudur ki bu makama da ahadiyet makamı diyorlar ve o tabirlerin çoğu bu makamla uyum içindedir. Bu makamda zati isimler, itibari isimler ilmi alimlerinin ıstılahı hase-biyledir. Örneğin mutlak batın mutlak evvel, Ali ve Azim. Nitekim Kafiden de istifade edildiği gibi Allah Teala'nın kendine ittihaz ettiği ilk isim Ali ve Azim'dir.
Diğer bir itibar ise zatın vahidiyet ve isim ile sıfatlarının cemi hasebiyle olan itibarıdır ki bu makam da vahidiyet veya ahadiyet-i cem-i esma makamı veya cem'ul cem ve benzeri tabirlerle tabir edilmiştir. Bu makamı ahadiyet-i cemi itibariyle ism-i azam veya ism-i cam'i olan Allah makamıdır.
Başka bir itibar ise zatın feyz-i mukaddesle tecelli etmesi ve ayani (özdeksel) aynada sıfati ve ismi zuhur makamıdır. Nitekim vahidiyet makamı da feyz-i akdes ile tecelli makamıdır ve bu esmai zuhur makamına, zuhuri itlak veya maka-mi uluhiyet veya Allah makamı da diyorlar. Ve bunlar esma ve sıfatlar ilminde mukarrar olan bir takım itibarlar hase-biyledir. Yazar Misbahul Hidaye kitabında bunu şerh etmiştir. Marifet ehli ve kalb ashabının dilinde olan bu itibarlar hakkın tecellilerinin onların saf kalbindeki etki ve resmini ifade etmektedir. O tecelliler evliyanın suluk mertebeleri ile ilallah sairlerini seyrleri mertebeleri hasebiyle uluhiyet ve Allah makamı olarak adlandırılan ve "Allah göklerin ve yerlerin nurudur" ayetinde işaret edilen sıfatların ve isimlerin zuhur makamından başlamakta ve gaybi-ahadî veya zati isimler mertebesi ile ism-i müste'ser makamında sona ermektedir ve bu seyrin nihayeti sayılmaktadır ve belki de "daha da yakınlaştı" makamı da buna işaret etmektedir.
İnsan fikir ve isdidlal kademiyle hakkın talibi olup ilallah sairidir. İnsanın seyri, akli ve ilmi bir seyirdir .Marifet ehli ve irfan ashabı değildir. En büyük hicablarm gerisinde kalmıştır. Eğer eşyaya mahiyet açısından bakacak ve hakkı taleb edecek olursa bu zulmani bir hicabtır ve eşyaya vücutları itibariyle bakacak ve hakkı taleb edecek olursa bu da nurani hicabtır. Nitekim merhum Feyzin kelamı da buna işaret etmektedir.
İlallah seyrinin tahakkukunun ilk şartı nefsin karanlık beytinden çıkmak ve bencilliğinden uzaklaşmaktır. Ve insan kendi beytinde kaldığı müddetçe her ne kadar ben yolcuyum dese de bu yolculuğu asla tahakkuk etmez. Şer'i yolculuğu sadece kendi benliğinden çıktığı zaman söz konusudur. Hakeza ilallah irfani seferiyle şuhudi muhaceret de sadece nefsin karanlık beytinden çıkmak ve eserlerini gizlemekle mümkündür. Kesret ezanlarının daveti ve tecelliler işin içinde olduğu müddetçe insan yolcu değildir. Yolcu olduğunu sanmaktadır. Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor: "Allah'a ve Rasulüne hicret etmek için evinden çıkan ama kendisine ölüm gelip çatan kimsenin ecri Allah'ın üzerinedir."
İlallah saliki riyazet ve tam bir takva kademiyle evinden çıkıp ve hiçbir ilgiyi yanına almazsa ilallah seferi tahakkuk eder. Mukaddes kalbine Allah Teala'nın yapacağı ilk tecelli uluhiyet tecellisi ve sıfat ile isimlerin zuhur makamıdır. Tecelli de ihata edilen isimlerden başlar. Ve sonunda ihata eden isimlere ulaşır. Elbette seyrin zat ve kuvveti ile seyir ehlinin kalbi hasebiyle sonunda alemlerin tüm tecellilerinin ortadan kalktığı bir makama ulaşır. Artık orda ne kendinden ne de gayrisinden bir tecelli yoktur. Mutlak tecellilerin ortadan kalktığı bir makamda zuhuri isimlerin ahadiyet-i cem' makamı olan Allah makamı ve uluhiyet tecellisi vaki olur. Allah'ı Allah'la tanıyınız makamının ilk ve en düşük mertebesiyle zuhur eder.
Zuhurun ilk mertebesinde bu makama arif olan insan o tecellide fani olur. Eğer ezeli inayet haline şamil olursa arif bir ünsiyet edinir. Ve seyrin dehşeti ortadan kalkar. Kendine gelir ve bu makamla da kanaat etmez. Aşk kademiyle seyre başlar. Bu aşki seferde Allah Teala seferin mebdei, aslı ve sonudur. Tecellilerin nurunda yürür. Allah Teala'nın miracda peygambere buyurduğu yaklaş hitabına muhatab olur. Ve sonunda vahidiyet makamının isim ve sıfatları düzenli bir şekilde onun kalbinde tecelli eder. Oradan da ahadiyet-i cemi makamına ve ism-i azam makamına erişir ki bu da Allah'ın ismidir. Bu makamda Allah'ı Allah'la tanıyınız gerçeği en yüce makamıyla tecelli eder. Bu makamdan sonra da bir makam vardır ki, şu anda konumuzun dışında kalmaktadır.
Zikredilen tertib üzere Rasulün risaletle ulul-emrin ise iyiliği emretmek adalet ve ihsanla tanınacağı beyan edilmiştir. Ve bu tertib oldukça güzel ve irfani bir tertibdir. Risalet makamını ve velayet makamını tafsile gerek duymaktadır. Bu ise konumuzun dışında kalmaktadır ve bu hususta ayrı bir risale yazmak gerekir.
Marifetler Hususundaki Hadisleri Örfi Manalara Yüklememek Gerekir
Bizim yaptığımız, bu irfani beyan, hadisin manasını sınır-landırmamaktadır. Ve kendi görüşleri üzere tefsir etmek de değildir. Aksine biz marifet babında menkul hadisleri örfi manasına yüklememek gerektiği söylüyoruz. İmamların kelimelerinin üslubunu bilen bir insan marifetler ve inançlar babındaki menkul hadislerin örfi manada yorumlanamayacağını şüphesiz ki bilir. Aksine bu kelimelerin felsefi oldukça dakik manaları vardır. Ve marifet ehlinin marifetlerinin gayeti konumundadır, usul-i Kafi ve Tevhid-i şeyh Seduk kitaplarına müracaat edenler, şüphesiz ki bunu tasdik edecektir. Ehli beyt imamları ve Allah'ı tanıyan alimler kendi kelamlarını cami ve kapsamlı bir şekilde beyan ederlerdi. Herkes kendi meslekleri ve kabiliyetleri oranında bu sözlerden istifade ederlerdi. Ama hiç birisi bu hadisi erdeki manaları kendi anladıkları manaya hasredemezler. Örneğin, Allah'ı Allah'la tanıyınız sözünün manasının, Allah'ı yarattıkları ve işinin sağlamlığıyla tanıyınız diye tefsiri yapılamaz. Nitekim peygamberi de risaletiyle tanıyınız sözünün tefsirinde peygamberi, davetinin sağlamlığıyla tanıyınız veya ululemri, amellerinin keyfiyetiyle tanıyınız manası yapılamaz Bütün bunların bu kelamın batını bir manası olmasıyla da bir aykınlğı yoktur. Hatta bundan daha latif olan batının batını manalarda vardır. Dolayısıyla evliyanın kelamını kendi kelamın gibi sanma. Zira onları kendinle kıyaslaman batıl ve uygun olmayan bir kıyastır. Bu icmalin tafsilini ve bu nüktenin beyanını şu anda yapamam.
İşin ilginç yanı da şudur ki, bazıları diyorlar ki imamlar halkın örfi anlayışları mutabıkınca söz söylemek zorundadırlar. Dolayısıyla bu kelamdan istenilen dakik manalar çıkarılamaz. Halbuki bu oldukça korkunç bir iftiradır ve bu Ehl-i Beytin hadisleri hususunda tefekkür etmemek ile onları araştırmamaktan kaynaklanmaktadır.
Eğer peygamber ve veliler insanlara tevhid ve marifetlerin dakik noktalarını talim etmeyecek olurlarsa kim talim edecektir? Acaba tevhid ve diğer marifetlerin birtakım dakik noktaları yok mudur? Ve insanlar marifetler konusunda yeksan mıdır? Hz. Ali ile bizim marifetimiz bir midir? Bu marifetlerin talimi gerekli değil midir? Yoksa imamlar buna önem vermemişler midir? uykunun adabı, yiyeceğin ve tuvalete gitmenin adabını bile beyan edenler evliyaların emellerinin gayeti olan ilahi marifetlerden gaflet mi etmişlerdir? Bu manayı inkar edenler fıkıhla ilgili hadislerde bile oldukça dakik ve incelikli bir konu açmaktadırlar ki akıl onları anlamaktan acizdir. Nerde kaldı ki, örf onu anlasın. Ama bunu örfün bildiğini söylüyorlar, inkar edenler fıkıh hususundaki birtakım "elelyed" ("Birşey alan onu ödemelidir" kaidesine işarettir ki fakihler bu hususta dakik ve mufassal bahislerde bulunmuştur, müt.) gibi tümel kaidelere ve özellikle de muamelat babındaki hususlara müracaat etsinler.
Velhasıl konunun dışına çıktık. Yazar, Allah Teala'yı da şahid tutar ki bu kelamdan maksadım sadece iman kardeşlerime ilahi marifetleri öğretmektir. Sürçmekten gevşeklikten ve tembellikten Allah Teala'ya sığınırım. Evvelde de ve sonda da hamd Allah Teala'yadır.
Hazırlayan: ruhullah.com