"Ravi diyor ki: "Hz. Sadık'tan (aleyhisselam)Lokman'ın vasiyetinin ne olduğunu sordum, dedi ki: "Onda hayret verici şeyler vardı, en hayret vericisi de oğluna şunları söylemesiydi: "Allah'tan (azze ve celle), velev insanların ve cinlerin bütün ibadetlerini yerine getirsen bile sana azap edecekmiş gibi kork (havf) ve Allah'tan velev inanlann ve cinlerin bütün günahlarını işlemiş olsan bile sana merhamet edecekmiş gibi ümitvar ol. (reca) Hz. Sadık (as) daha sonra dedi ki: "Babam şöyle demişti: "Hiçbir inanmış kul yoktur ki kalbinde iki nur bulunmasın. Korku nuru ve ümit nuru. Öyle ki ikisi de tartılsa ne bu ona ağır basar ne de o buna." (*)
ŞERH
Bu hadis-i şerif korku (havf) ve ümitin (reca) her ikisinin de kâmil manada bulunması gereğine delalet eder ve rahmetten bütünüyle ye'se düşmek ile kötülükten bütünüyle kurtulmuş olduğunu düşünmenin yasak olduğunu bildirir. Bu konuyu birçok başka hadisler ve Kitab-ı Kerim de belirtmektedir. Ayrıca ikisinden (havf ve recâdan) herhangi birinin diğerinin önüne geçmemesi de gereklidir. Ve biz inşaal-lah bu konuyu ve hadis-i şerifin işaret ettiği sair hususları birkaç bölüm halinde ele alacağız.
(*) Kafi, C. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Küfr, Babu'1-Havf ve4r-Recâ, 1. hadis.
1. bölüm
Arif İnsanın İki Bakışı Olduğuna Dair
Bü ki hakikatlerin arifi ve "mümkün olan" ile "vacip olan" (celle ve ala) arasındaki nisbeti bilen insanın iki bakışı vardır.
Birincisi, kendinin ve kainattaki sair mümkünat'm zatî noksanlığa bakmak ve bu bakışta ilmen ve aynen, bütün mümkünat'ın noksanlık zilletinde bulunduklarını ve imkan, yoksulluk ve ihtiyaç batağına dalmış bir halde olduklarını, hiçbir şekilde kendilerinden herhangi bir şeye sahip olmadıklarını, sırf noksanlık, düşüklük ve mutlak yetersizlik içinde olduklarını anlamasıdır ki belki bu ifadeler bile bu durumu anlatmak için yetersiz kalmakta ve başka bir şekilde ifade edememekten kaynaklanmaktadır. Zira yoksulluk ve ihtiyaç "şey olmak"ın (şey'iyyef'in) fer'idir ve bütün mümkünat ve yaratılmışlar kendinden herhangi bir şeye sahip değildir.
Dolayısıyla kişi bu bakışta velev rububiyetin mukaddes huzurunda her türlü ibadet, taat, avarif ve maarifi yerine getirse bile, boyun büküldüğü, utanç, zillet ve korkudan başka birşey elde etmiş olamaz. Ne ibadet ve taatıymış bu? Kimden ve kim için? Bütün övünçler O'na doğrudur. O'na yöneliktir çünkü o "mümkün", O'nda herhangi bir tasarrufa sahip değildir. Olsa olsa, ''mümkün'un tasarrufu Hakk'ın övgü ve senasının belirtilip açıklanması olabilir ki şimdi biz kalemin yularını çekip bu konuya dalmaktan sarfı nazar ediyoruz ve bu makam hakkında şöyle buyurulmuştur: Sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana gelen her kötülük de kendi nefsin-dendir." (*) Nitekim birinci makam için şöyle buyurmuştur:
"De ki: "Hepsi Allah'tandır" (**) ve söz söyleme ehliyetine sahip birini bu makama ilişkin sözleri:
Yaratış kalemi için hata düşünülemez dedi pirimiz Aferin o hatalar örten pâk nazara
Pîrin sözü ikinci makama sözü aktaranın sözü ise birinci makama ilişkindir. Şu halde bu makamda inşam korku, hüzün ve utanç çepeçevre sarar.
(*) Nisa Suresi, 79.
(**) Nisa Suresi, 78.
ikincisi de Vacip Olan'm kemaline ve O'nun rahmet, yardım ve lütfuna bakmakta-. Bunlara bakıldığında, havsalanın anlamayacağı kadar büyük olan bütün bu rahmetlerin eşi benzeri olmayan şeyler olduğu anlaşılır. O, kullarına hak
edemeyecekleri şekilde bütün lütuf ve bağış kapılarını açmıştır. O'nun nimetleri ezelî ve ebedîdir. Nitekim Hz. Seyyi-du's-Sâcidîn Zeynelâbidin (as) dua ve münacatında buna pek çok kez işaret buyurmuşlardır. Bu durumda kişinin recası güç kazanır ve Hakk'ın merhametinden ümitvar olur. Ke-remliliği sadece yardım ve rahmetinden ileri gelen kerim, bizim istememize gerek olmaksızın bize bütün akıllarını idrakinden aciz kalacakları oranda bunca yardım ve inayetlerde bulunan ve masiyet ehlinin isyanlarının O'nun geniş memleketinde her hangi bir gedik açmadığı ve taat ehlinin taatlan-mn O'na her hangi bir ilavede bulunamadığı bir Malike'1-Mülûk'tur O.
O'nun insanları taat yollarına hidayet etmesi ve o Zat-ı akdes'in insanları isyandan menetmesi, sadece kendi kerîmane yardım ve rahmetini daha da genişletmek istemesinden kaynaklanmakta ve bu yolla insanları kemalin makamına ve kamiliyet derecelerine ulaştırıp noksanlık, çirkinlik ve şaşkınlıktan uzaklaştırmak istemektedir. Şu halde Onun izzet ve celal dergahına ve Onun rahmet ve inayet huzuruna vardığımızda şunları arzetmemiz icabeder.
Rabbimiz, Bize varlık giysisini giydirdin, müdriklerin idrak edemeyeceği kadar geniş bir biçimde hayatımzı en güzel şekilde sürdürmemizi sağlayacak imkanlar bahşettin, bize bütün hidayet yollarını gösterdin, bütün bu inayetler sadece bizim içindir, bizim için açılmıştır bütün bu rahmet sofraları. Bizler şu anda ağır günahlarla yüklü olarak senin kerem diyarına ve senin izzet ve saltanat huzuruna gelmiş bulunuyoruz. Ama günahkârların günahları senin düzenine herhangi bir halel getirici değil ve senin memleketinde herhangi bir gedik açıcı değildir.
Senin huzurunda bir avuç topraktan başka birşey olmayan şu varlığa ne edersin rahmet ve inayet etmekten başka?! Senin dergâhından rahmet umudundan başka birşey beklenir mi?
Şu halde insan her zaman bu iki nazar arasında gidip gelmelidir.Ne kendi kusur ve günahlarına göz yummalıdır ve ne de Hakkın (celle ceîaluhu) rahmetinden ve O'nun yardım, nimet ve lütuf genişliğinden umut kesmelidir.
2. bölüm
Havf ve Reca'nın Aşamalarına Dair
Ey aziz! Bil ki havf ve recanm kulların durumlarına ve marifet mertebelerine uygun aşama ve dereceleri vardır. Nitekim, halk geneli azaptan havf ettiği (korktuğu) gibi, havassın (seçkinlerin) korkusu kınanmaktan, ehass'ın (daha seçkin olanların) korkusu da ihticac'tan (delil ileri sürmektendir. Ama biz şu anda bunları izah etmek konumunda değiliz ve başka şeyleri izah etmeye çalışacağız.
Şu halde bil ki hiçbir yaratılmış, Hak Teala'ya hakkıyla ibadet edemez.Çünkü ibadet O Zat-ı Mukaddes'i yüceltmektir ve her ferdin yüceltmesi O'nun hakkında sahip olduğu marifetin bir fer'inden ibarettir. Ve kulların çabalamaları O'nun izzet, celal ve marifetine bihakkın erişecek bir durumda olmadığından, O'nu bihakkın yüceltecek bir konuma erişmeleri de mümkün değildir. Nitekim yaratılmışların en şereflisi ve varlıkların rububiyet makamını en iyi bilen bile noksanlığını itiraf etmiş ve şunları arzetmiştir: Sana hakkıyla ibadet edemedik ve seni hakkıyla tanıyamadık." (*)
(*) Birinci ifade Sahife-i Seccâdiye'de, 3. Dua'da, meleklerin dilinden aktarılmıştır.
Ve ikinci ifade, birincisinin gerekçesi durumundadır. Ve dedi ki: "Sen kendin, kendini yüceltip ululadığın gibisin." (*)
(*) Bkz. Mu'cem-i Ehâdis-i Nebevi, c. 1., s 304.
Şu halde Hak (celle celaluhu) yegane en yüce varlıktır ve kullar o Zat-ı Mukaddes'i yeterince yüceltip O'na tam anlamıyla ibadet edecek durumda olmadıklarından, hiçbir kul Hakk'm marifet ve Ubudeyyit'i olmaksızın kemal makamına erişemez. Bu, işin erbabı olanlarca gayet belirgin bir husustur ama halk geneli bu durumdan gafildir. Hak Teala kendi kapsamlı lütfü ve geniş rahmetiyle kulların yüzüne gaybî talimat, vahiy ve ilham yoluyla bir rahmet ve inayet kapısı aralamıştır ki bu kapı, ibadet ve marifet kapısıdır. Kendi ibadet yollarını kullarına öğretmiş ve önlerine marifet kapıları açmıştır ki kendi yetersizliklerini olabildiğince telafi edebilsinler, kemale erişmeye çalışsınlar, kulluk nurundan feyiz alıp hidayete erişsinler ve Hakk'm kerem diyarına, ruh ve reyhan ve cennet-i naim'e ve hatta Allah'ın en yüce razısına kavuşsunlar.
O halde ibadet ve ubudiyet kapısının açılması bütün kulların şükranla karşılaması gereken büyük nimetlerden biridir ve bu nimetin şükrünü eda etmeye kimsenin gücü yetmez. Aksine, her şükür, kulların şükründen aciz oldukları yeni bir kerem ve lütuf kapısı durumundadır. Şu halde kişi bu meşrebe aşinalık kazanıp kalbi bu durumdan haberdar olduğu oranda kendi yetersizliğinin bilincine erişir ve velev bütün ins ve cinnin ibadetlerinin tümünü tek başına eda etse bile yine de korku ve yetersizlik yükünü sırtından atamayacağını anlar. Ve Hakk'm arif kullan ve O'nun has velileri yüzlerine kader sırrından bir kapı açılmış olmasına ve gönülleri marifet nuruyla aydınlanmış olmasına rağmen kalpleri öylesine büyük bir korkuyla titrer ki velev bütün kemalatı elde etseler, bütün marifet anahtarları ellerine verilse ve gönülleri ilahi tecellilerle dolup tassa da korkularının zerresi bile eksilmez ve titremeleri hiçbir şekilde hafiflemez. Nitekim onlardan biri şöyle demiştir: "Herkes işin sonundan korkar, bense başlangıcından."
"Subhanallah ve lâ havle ve lâ quvvete illâ billâh*
Allah Teala'ya sığınırım. Allah biliyor ki, insanın kalbi bu kelam karşısında parça parça olmalı, gönlü korkudan erimeli ve çöllere kaçmalıdır. İnsan ne kadar da gafildir.
Diğer bir husus da daha önce başka bir hadisin şerhinde de ifade ettiğimiz gibi bütün taat ve ibadetlerimizin kendi ihtiyaçlarımızı tatmine yönelik olması ve bizi harekete geçiren şeyin nefis sevgisi olmasıdır. Oysa ki asıl zühd ahiret için olmalıdır, ama bizim zühdümüz dünya içindir.
Hasılı velev ins ve cinni bütün ibadetlerini tek başımıza eda etsek bile rububiyet dergahının bize bağışladığının dışında herhangi bir istihkak elde edemeyiz. Hak Tebarek ve Tea-la bizi kendine yakın bir makama çağırmış "Seni kendim için yarattım" (*) buyurmuş, yaradılışın maksadını ilahi marifete erişmek olarak belirlemiş ve bize marifet yollarını kulluk yolunu göstermiştir ama bizler bütün bunlara rağmen karın ve fercimizi tatmin etmenin dışında hiçbirşeyin peşinde değiliz ve bencilliğin dışında herhangi bir maksat gütme-mekteyiz.
(*) Feyz, İlmel-Yakîn, C. 1., s. 381.
Şu halde ey biçâre insan! Eğer taat ve ibadetlerin bile seni rububiyet makamından uzaklaştırıp kınanıp sorgulanmana yol açıyorsa, o halde güvendiğin şey nedir? Niçin Allah korkusu seni huzursuz etmemekte ve yüreğini kanatmamaktadır? Başka bir dayanağın var mı? Kendi amellerine güveniyor musun acaba?
Eğer öyleyse eyvanlar olsun senin haline! Ama eğer Hakk'ın fazıl ve keremine, rahmete yönelik recâya (umud'a) ve Zat-ı Mukaddes'in inayetinin kapsamlılığına itimad ediyorsan, evet gerçekten de yerinde ve dosdoğru birşeye güvenmişsin ve uygun bir melce'e sığınmışsın demektir.
Allah'ım! Yarabbi, bizler yetersiz insanlarız, kendimiz de biliyoruz ki önemsiz ve naçiz kişileriz ve senin dergahına layık değiliz. Baştan ayağa noksan ve ayıplıyız, batın ve zahirimiz masiyet kirleriyle örtülüdür. Biz kimiz ki seni yüceltip ululamaya kalkışalım? Velilerin bile "Bu işe yaramaz dilimle mi sana şükredeyim?" (*) demiş ve acz, zaaf ve yeterizlik-lerini ilan etmişlerken biz masiyet ehli sana ne diyelim? Diyebileceğimiz tek şey senin rahmetinin genişliğini rica ettiği-mizdir, umut ve dayanağımızın senin fazî ve mağfiretin olduğunu belirtmemizdir. Nitekim senin velilerin de bunu ifade etmişlerdir:
(*) Ebu Hamza'nm duası.
Hz. Bakır (as) dedi: "Allah'ın rasulü (sav) dedi ki: "Allah Tebarek ve Teala şöyle buyurdu: "Amel edenler benim sevabım için ettikleri amellere güvenmesinler. Onlar bütün ömürleri boyunca olanca gayretleriyle bana ibadet etseler bile yine de kusurdan kurtulmuş olamazlar ve bu amelleriyle benden istediklerine, cennetlerimdeki kerem, ve lüiuflarıma ve katımdaki yüce mertebelere erişemezler. Şu halde benim rahmetime bel bağlasınlar, benim fazlımdan ümitvar olsunlar ve benimle ilgili olarak hüsnüzan beslesinler ki rahmetim onlara erişsin, ihsanım onları rızama ulaştırsın ve bağışlayıcılığım üstlerini bağışlamamla örtsün, işte o, Rahman ve Rahim olan Allah benim ve bu isimle anılırım." (*)
Rivayete göre Hak Teala kıyamet günü rahmetini öylesine yayacaktır ki şeytan bile Hakkın bağışlamasına tamah edecektir. Bu dünyada rahmetinden pek az bir kısmını tecelli ettirdiği halde, rahmeti herkesi ve herşeyi çepeçevre kuşattığına göre Allah Tebarek ve Teala o rahmet ve lütuf diyarında neler yapacaktır acaba? Şeytanın bile tamah edebileceği genişlikte bir lütuf ve rahmet.
Şu halde Hak Teala'yla ilgili hüsnü zannını mükemmel-leştir ve O'nun fazlına güven: "Allah bütün günahları bağışlar." (**) Allah Teala bütün günahları bağışlar ve tümünü kendi lütuf ve rahmet deryasına garkeder. Hakk'm vaadinde hilaf hiçbir şekilde mümkün değildir, ama vaade layık olup olmama sözkonusudur. Şu halde O'nun kamil rahmetinden gönül hoşnutluğu duy, eğer Hakk'm rahmeti sana erişme-seydi var olman bile mümkün olamazdı, mahluk olamazdın ve her mahluk (yaratılmış) merhum'dur (rahmet edilmiştir). "Rahmeti her şeyi kuşatmıştır..." (***)
(*) Kafi, C. 2,, Kitabu'i-İman ve'1-Küfr, Bab Husn ez-Zamıi Bilîâh, 1.
hadis.
(**) Zumer Suresi, 53.
(*"*) A'raf Suresi, 156.
3. bölüm
Reca İle Gurur Arasındaki Farka Dair
Ama ey aziz! Reca ile gururu birbirinden ayırmada dikkatli davran. Gurur ehli olmana rağmen kendini reca ehli sanabilirsin. Bunları birbirinden ayırmak ise başlangıç noktasında kolay ve mümkündür. Acaba sende meydana gelen bu durum Hakk'm emirlerini önemsememen ve Hakk'ı ve O'nun emirlerini küçümsümenden mi kaynaklanmıştır yoksa o Zat-ı Mukaddes'in rahmet ve azametine olan itikadından mı? Eğer bunu ayırmak zor gelirse, sahip olunan durumun meydana çıkardığı etkilere bakarak bir ayrıma gidilebilir. Gönülde Hakk'ın azameti yer etmişse eğer kalb o Zat-ı Mukaddes'in rahmet ve ihsanının kapsamlılığma iman etmiş ise itaat ve ubudiyete yönelir, o doğrultuda hareket eder, çünkü Azim'in ve Nimat Bahşedici'nin ululanması ve O'na kulluk edilmesi fıtrî bir durumdur ve yokluğunun düşünülmesi söz-konusu değildir. Şu halde eğer kuluk görevlerini ifa etmede ve taat ve ubudiyette ciddi davranıyor, amellerine çok güvenmiyor, onları birşey saymıyorsan ve Hakk'm rahmetine umut bağlayıp yaptıklarından ötürü her türlü kınamaya müstehak olduğunu kabul ediyorsan,bu durumda reca makamına sahipsin demektir. Allah Tebarek ve Teala'ya şükret ve O'ndan bu durumu kalbinde sağlamlaştırmasını ve sana daha yüce bir makam ihsan etmesini niyaz et. Ve eğer, Allah göstermesin, Hakk'ın emirlerini önemsemez bir haldeysen ve Zat-ı Mukaddes'in buyruklarını değersiz şeyler hükmünde görüyorsan, bil ki bu durum kalbinde yer etmiş gururdur ve şeytan ile nefs-i emmarenin tuzaklarında biridir. Eğer Hakk'm rahmet ve azametine imanın varsa, bu imanı sende etkileri görülür. Amelleri iddialarda ters düşen kişi kendi kendini yalanlar durumdadır. Bunun muteber hadislerde pek çok dayanağı mevcuttur:
."Ravi der ki: "Hz. Sadık aleyhisselam'a dedim ki: "Halktan bir bölümü masiyetler işledikleri halde "biz ümidvarız (reca ehliyiz) diyor ve bu durumlarını ölünceye değin sürdürüyorlar." Buyurdu ki: "Onlar yersiz arzuların peşine düşmüş kimselerdir. Dedikleri yalandan ibarettir. Recâ ehli değillerdir. Birşeyi umup dileyen kişi, onu elde etmek için gayret eder, birşeyden korkan kişi de o şeyden kaçınıp firar eder."(*)
Kafî-i Şerifte bu anlama delalet eden başka bir rivayet daha mevcuttur:
Ravi der ki: "Hz. Sadık aleyhisselam'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Mü'min kişi inanmış olamaz hem korku (havf) ve hem de ümit (recâ) içinde olmadıkça ve korku ile ümit içinde olamaz korku ve ümidin gereğini yerine getirmedikçe." (**)
(*) Kafî C. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Kufr, Babu'1-Havf ve'r-Recâ. 5. hadis,
(**) Kafî C. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Kufr, Babu'1-Havf ve'r-Recâ, 11. hadis.
Kimileri demiştir ki, amel etmediği halde beklenti ve reca sahibi olanın durumu, etkenleri devreye sokmadığı halde etki bekleyip uman kişinin durumuna benzer. Veya, tohum ekmediği ya da toprağı koruyup gözetmediği,sulamadığı ve en-geleri ortadan kaldırmaya çalışmadığı halde ürün bekleyen çiftçiye.. Buna, recâ sahibidir denilemez. Olsa olsa ahmak ve budala biridir bu.
Ahlak ıslahına yönelmediği ve masiyetlerden sakınmadığı halde amel eden kişinin durumu da tarlaya tohum ekenin durumuna benzer. Elbette ki böyle bir ziraattan hiçbir netice alınamaz. Şu halde istenen ve arzulana reca, kişinin Hak Te-ala tarafından kendisine bağışlanan bütün imkan ve tasarrufları devreye sokarak masiyetten uzaklaşmaya ve hidayete yönelmeye çalışmasıyla mümkündür. Ancak böyle olduğu zaman kişi Hak Teala'nın inayet ve ihsanına mazhar olabilir.
O halde eğer kul gönül tarlasını fasit ahlak dikenlerinden ve masiyet taşlarından arındırıp amel tohumlarını eker ve bu tohumları halis yararlı ilim ve iman suyuyla sular ve kendini beğenmişlik, riya ve benzeri zararlı otları bu tarladan uzak tutmaya gayret ettikten sonra Hak Teala'nın inayet ve ihsanını niyaz ederse gerçek ve uygun recâyı gerçekleştirmiş olur. Nitekim Hak Teala şöyle buyurmaktadır:
"Onlar ki inandılar, hicret ettiler. Allah yolunda cihad ettiler, işte onlardır Allah'ın rahmetini umanlar (recâ edenler)." (*)
(*) Bakara Suresi, 218.
4. bölüm
Havf ve Recâ'mn Yekdiğerine Denk Olması Gerektiğine Dair
Bu hadis-i şerifin devamında, havf ve recanın birbirinden üstün tutulmaması ve yekdiğerine denk olması gerektiği zikredilmiştir. Nitekim Hz. Sadık (as) İbn Ebi Umeyr'e bu durumu bildirmiştir. İnsan yetersizliğini idrak edip ubudiyete yöneldiğinde ve ahiret yolunun çetinliğini düşündüğünde büyük bir havfa (korkuya) sürüklenir. Ve günahlarını düşünüp kendisinden önce günahları ve imansızlıklanyla göçüp giden, önceki durumları hoş ama sonraki durumları kötünün uç noktasıyla neticelenen kişilerin halini değerlendirdiğinde korkusu daha da şiddetlenir.
Kafi'de Hz. Sadıktan (aleyhisselam) şöyle bir hadis nakledilmektedir:
Hz. Sadık (as) buyuruyor ki: "Mü'min, iki korku arasındadır. İşlenmiş günah, ki Allah'ın ona ne tür bir karşılık vereceğini bilmez ve geriye kalmış ömür, ki onda da ne tür hareketlerde bulunacağını bilmez. Bu nedenle de korkuyla yatıp kalkar ve onu korkudan başka birşey ıslah etmez." (*)
(*) Kafi, Kitabu'1-İman ve'1-Küfr, Bab el-Havf ve'r-Recâ, 12. hadis.
Kafi'de Hz. Sadık'tan (as) nakledilen hadiste yer alan Re-sul-i Ekrem'in (sav) hutbesi de bu manaya delalet etmektedir. İnsan daima nihai derecede noksanlık ve kusur içinde, Hak ise daima nihaî derecede mükemmellik, yücelik, bağış-layıcıhk ve ihsan konumundadır ve kul bu iki durum arasında her zaman için hem korku (havf) ve hem de umut (recâ) mertebesindedir. Ve sâlikin kalbinde hem esmâ-i celâliyye ve cemâliyye birbirine denk bir şekilde tecelli ettikleri için, havf ve recâ birbirine denk durur, biri öbürüne ağır basmaz.
Kimileri de demiş ki kimi zamanlar havf (korku) insan için daha yaraarlıdır, sağlık ve esenlik zamanları gibi. Bu durumda korku insanı salih amele ve kemale sürükler, kimi zamanlar da recâ (ümit) daha yararlıdır. Ölüm belirtilerini ortaya çıktığı zamanlar gibi. Bu durumda umut insanın Hak Teala'ya daha münasib bir şekilde muhatab olmasını sağlar. Ama bu yorum, daha önce söylenenlere ve zikredilen hadislere uygun düşmemektedir. Çünkü mahbûbun recası (umudu) onu salih amele ve ahirete kazanmaya sürükler ve Hak'tan korku duyma da her zaman tatlıdır ve umuda ters düşmemektedir.
Kimileri de demiş ki, havf, ahiret yurdunda nefsanî faziletler ve akli kemallerden biri değildir. Sadece dünyada ve amel durumunda yararlıdır, Çünkü bu durumda ibadetlerin yerine getirilmesini ve masiyetlerin terkedilmesini sağlamaktadır. ama dünyadan ayrıldıktan sonra herhangi bir yarar sağlamaz. Oysa reca (umut) dünyadan ayrıldıktan sonra ahirette de bakîdir. Çünkü kul Allah'ın rahmetine ne kadar nail olsa Hakkın fazlına olan iştiyakı o oranda artar. Zira ki Hakk'ın rahmet hazineleri bitimsizdir. Şu halde havf geçici, reca ise kalıcıdır.
Muhakkik muhaddis Meclisi (rahimehul.lah) buyuruyor ki: Hak olan şudur ki madem ki kul halihazırda dünyada ve dar-ı teklifte bulunmaktadır, şu halde onun için hem havf ve hem de recâ vazgeçilmez şeylerdir. Ama ahiret diyarına intikal ettikten sonra herhalde bunlardan biri diğerine üstün bir konuma yükselecektir.
Ben ise diyorum ki: Ahiret aleminde havf ve recanın durumuyla ilgili olarak söylenen bu sözler reca ile ilgili zikrettiğimiz şeylere uygun düşmemektedir. Ve velev bu söylenenler doğru bile olsa bu havf ve recalan sevap mükafata yönelik olan kimseler için geçerli olabilir.
Oysa havas ve evliyanın durumu bundan çok farklıdır, zira azamet ve celalin müşahede edilmesi ve lütuf ve cemal isimlerini kalpte tecelli etmesiyle ortaya çıkan havf ve recâ, ahiret durumunun muayenesiyle ortadan kalkmaz ve yekdiğerine galebe çalmaz. Tersine ahiret aleminde celal ve azametin eserleri ve cemal ve lütfün tecellileri daha fazladır ve Hakk'ın azametinden kaynaklanan havf, ruhanî lezzetlerden biridir ve bu: iyi bil ki Allah'ın velilerine (sevdiklerine, dostlarına) korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır" (*) ayet-i kerimesine de ters düşmemektedir. Düşünüldüğünde bunun böyle olduğu görülür. Yukarıda görüşü aktarılan kişinin de belirttiği gibi korku, nefsanî faziletlerden değildir ve korku celal ve azametten değildir. Çünkü O kemaldir, mükemmellerin mükemmelidir. Ve'lm-hamdu lilahi alâ cemâlihi ve celâlihi ve's-salâtu ala muhammedin ve âlihi.
(*) Yunus Suresi, 62.
Hazırlayan: ruhullah.com