"Muaviye İbn veheb diyor ki: "Hz. Sadık'ın (as) şöyle buyurduğunu duydum: "Bir kul halis bir şekilde tevbe ederse Allah'ın sevgisini kazanır ve Allah onu dünya ve ahirette koruyup gözetir." Dedim ki: "Nasıl koruyup gözetir?" Dedi ki: "İki meleğine ona ilişkin yazdıkları günahları unutturur, o kişinin beden uzuvlarına, işlediği günahları gizli tutmalarını ve yeryüzüne de onun dünyada işlediği suçları örtüp gizlemesini vahyeder. Bu nedenle Allah'ın muhatabı olar ve aleyhinde tanıklık edecek hiçbirşey kalmaz." (*)
(1) Kafi C. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Küfr, Babu't-Tevbe, 1. hadis.
ŞERH
Bil ki tevbe önemli ve güç birmenzildir. Tevbe, masiyetler ve uygunsuz davranışlardan sonra, nefse tabi olmaktan vazgeçilip dönülmesidir. Bu şu demektir:
Nefs, fıtratın başlangıcında her türlü kemal, cemal ve nurdan uzaktır, ama aynı şekilde bunların karşıtlarından da uzak birhaldedir. Boş bir sayfa gibidir, üzerinde ne ruhani kemalden eser vardır ne de bunun karşıtından. Ama özünde her türlü makama ulaşabilmeni istidat nuru mevcuttur. Bu nedenle masiyete yöneldiğinde gönlünde bir sıkıntı hisseder ve masiyetin oranı artıkça hissettiği sıkıntı da artar. Ta ki gönül tamamen kararır, fıtrat nuru söner ve ebedi azaba duçar olur. Ama eğer henüz karanlık bütün gönlü sarmadan gaflet uykusundan uyanılır ve "yakza" (uyanma) aşamasından "tevbe" aşamasına geçilirse (ki inşaallah bunun şartlan ileriki sayfalarda izah edilecektir), bu durumda karanlıktan ve sıkıntıdan asli fıtrat nuruna ve zati ruhaniyete dönülmüş olur. Yani yeniden o kemalattan ve zıtlarından arınmış boş sayfaya rücû eder. Nitekim birhadis-i şerifte buyrulduğu gibi, "Günahtan tevbe eden kişi hiç günahı olmayan kişi gibidir." (*)
Demek ki tevbe, günahtan ruhaniyet ve fıtratın hükümlerine geri dönüştür, "inâbe" (bir aşamadan öbürüne geçme) ise fıtrat ve ruhaniyetten Allah'a ve nefs diyarından asıl hedefe hicret etmedir. Şu halde tevbe aşaması inabe aşamasından daha önceliklidir, ama bu hususun ayrıntılarına girmek konumuzun dışında kalmaktadır.
(*) Kafi C. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Küfr, Babu't-Tevbe, 10. hadis. 336
1. bölüm
Önemli Bir Nokta
Kurtuluş ve hidayet yolu yolcusunun şu önemli hususu dikkat etmesi gerekir. İleride belirtilecek özellikleriyle sahih bir şekilde tevbe etmek zor bir iştir ve çok az kişi o aşamaya ulaşabilir. Çünkü günah işlemek ve özellikle de günah-ı kebâireye sürüklenmek kişiyi tevbe etmekten de tam anlamıyla gafil eder ve eğer günah ağacı insanın gönül tarlasında güçlü bir şekilde kök salarsa, çok kötü sonuçlar doğurur ki bunlardan bir tanesi de kişiyi tevbeden tamamen uzaklaş-tırmasıdır. Ve eğer o haldeki insanın hatırına nadiren de olsa tevbe etme düşüncesi erişse bile, yarına, öbür güne, gelecek aya, öbür aya erteleyerek kendi kendine, "ömrümün sonunda, ihtiyarlığımda kesin bir şekilde tevbe ederim" diyerek oyalanıp durur. Oysa bilmez ki bu Allah'a tuzak kurmaya çalışmaktır. (*)
Sanma ki günah kökleri sağlamlaştıktan sonra insan tev-beye yöneiebilsin veya tevbenin şartlarını yerine getirebilsin. Şu halde tevbenin bahan, günah yükünün daha hafif, gönül sıkıntılarının daha az ve tevbenin şartlarının daha kolay olduğu gençlik günleridir.
Yaşlılıkta insanın da haris olduğu ve makam mevkiye daha düşkün olduğu tecrübelerle sabittir. Peygamber hadisleri de buna tanıklık etmektedir. Ama diyelim ki insan yaşlılık günlerinde bu tevbe işine yeltenebildi ve bunu gerçekleştire-bildi. Acaba ecelin gençlikte erişmeyeceğine ve yaşlılığa ulaşabileceğine ilişkin bir garantisi var mıdır? Yaşlıların azlığı, ölümün gençlere yakın olduğunun delilidir. Elli bin nüfuslu bir şehirde seksen yaşına ulaşmış elli kişi bile bulmak mümkün olmayabilmektedir.
(*) Al-i İmran Suresi, 54.
Şu halde ey aziz! Şeytanın tuzaklarından kork ve "elli şu kadar yıl şehvetlerin peşinde koşar, sonra da tevbe ederim" diyerek Allah'a oyun oynamaya kalkışma. Çünkü bu ham hayalden öteye gidemez.
Eğer hadis-i şerifte Hak Teala'nm bu ümmete lütufda bulunduğunu ve ölüm belirtilerini görülmeye başladığı süreye kadar tevbelerini kabul buyuracağını okumuş veya işit-mişsen, evet bu doğrudur, ama heyhat ki tevbe o hengamede insandan kaçar durur. Tevbe sadece sözden mi ibarettir acaba? Hayır, tevbenin gereğini yerine getirmek zahmetli bir iştir. Tevbeden dönmemenin azim ve gayreti ile ilmî ve amelî riyazet lazımdır. Değilse, pek az kişi kendiliğinden tevbe etmeyi düşünür ve tevbe etmeye muvaffak olur veya eğer muvaffak olur ise tam anlamıyla gereğini ifa edebilir. Ayrıca daha tevbenin gereğini yerine getirmeye kalmadan ecel erişebilir ve kişiyi bütün o masiyet yüküyle alıp götürebilir. Ve o zaman insanın ne sıkıntı ve ezalara duçar olacağını Allah bilir.
O alemde velev kişi kurtuluş ve mutluluk ehli olsa bile, masiyetlerin ceremesi kolay bir iş değildir. İnsanların şefaate layık ve Erhamurrahimin'in rahmetine nail olabilmesi için nice sıkıntı ve ezalara katlanması gerekecektir.
Şu halde ey aziz! Enkısa zamanda toparlan, azmini güçlendir ,iradeni kavi kıl ve daha gençken, dünya hayatınday-ken tevbe et ki Allah'ın lütfettiği fırsat elden kaçmasın, şeytanî aldatmalara ve nefs-i emmarenin tuzaklarına itibar etme.
Önemli Bir Husus
Dikkat edilecek bir diğer husus da, tevbe eden kişinin tevbe etmesine rağmen o batmî sayfayı ve halis fikir nurunu elde edememesidir.Nitekim kararmış beyaz bir kağıdı eski haline getirmek isteseler asla o eski beyazlık ve parlaklığına döndüremezler. Veya kırık bir kabı tamir etseler eski haline dönmesi çok zordur. Bütün bir ömür insana halisane davranmış bir dost ile hiyanet eden ve daha sonra bu tutumundan ötürü özür dileyen dost arasında çok büyük fark vardır.
Buna ilaveten, pek az kişi tevbenin gerektirdiği amelleri hakkıyla ifa edebilir.
Şu halde insan mümkün mertebe masiyet ve günahlara bulaşmamaya gayret etmelidir. Çünkü bir kez bulaştıktan sonra nefsi ıslah etmek çok zordur. Ama eğer Allah göstermesin bunlara bulaşılırsa hiç vakit geçirmeden tedaviye çalışılmalıdır, çünkü hem küçük fesadı ıslah etmek daha kolaydır ve hem de ıslahın niteliği daha güçlü olur.
Ey aziz! Bu makamda başıboş ve önemsemez tavırla geçip gitme.Halini düşün taşın ve durumunun sonu ne olacak anla, Kitabullah'a, Hatem-i Enbiya ve hidayet imamlarının (se-lamullahi aleyhim ecmaîn) hadislerine, ümmetin alimlerini sözlerine ve vicdanınla aklının hükmüne, vicdanlı bir şeklide müracaat et, bu kapının yüzüne kapanmasına izin verme, bu fırsata gereken önemi ver ve Allah Tebarek ve Teala'dan başarı niyaz et. Resul-i Ekrem ve hidayet imamlarının (sela-mullahi aleyhim) ruhaniyetinden yardım iste ve veliyy-i emr, namus-i zaman Hz. İmam-ı asr'a (Mehdi) (accelallahu fere-cehu) sığın. Elbette ki o yüce şahsiyet, güçsüzlerin elinden tutacak biçarelere yardım buyuracaktır.
2. bölüm
Tevbenin Rükünlerine Dair
Bil ki mükemmel bir tevbenin kimi rükün (esas) ve şartları vardır ki onlar olmadıkça sahih tevbe gerçekleşemez. Şimdi bunların en önemlilerine değineceğiz.
En önemli rükün olan ilk rükün, geçmiş kusur ve günahlardan pişmanlık duyma, ikincisi ise o kusur ve günahlara ilelebed dönmemeye azmetmektir. Ve bu ikisi tevbeni temel şartları ve gerçekleşmesinin temel destekleridir. Gerçek tevbe bu yolla gerçekleşir. Bunların olabilmesi de insanın masi-yetlerin ruhtaki etkilerini ve berzah aleminde doğuracağı sonuçları anlaması ve bu günah ve masiyetlerin berzah aleminde kişiyi bilinç ve iradesi yoluyla sıkıntı ve azaba sürüklediklerini bilmesiyle mümkündür ki bu durum hem aklî delillerle ve hem de İsmet Ehl-i Beytinin (aleyhimusselam) ri-vayetleriyle sabittir. Nitekim cehennem ateşi de insanı bilinç ve iradesi yoluyla yakar. Çünkü o, yaşanan hayatın yankısı-dır.
Şu halde o alemde olup bitecekler, bizim bu alemdeki iyi ve kötü amellerimizin sonuçlarının birer suretidir ki bizimle birlikte hasredilirler. Bu hususa hem hadis-i şeriflerde ve hem de Kur'an-ı Kerim'de açıkça veya ima yoluyla pek çok kez işaret edilmiş ve bu husus aynı zamanda "İşrak hükema-sı"nm (İşrak felsefesi mensuplarının)" görüşlerine ve ehl-i sülük ve irfanın keşiflerine de uygun düşmektedir. Aynı şekilde her masiyet ruhta bir etki bırakır ki bu etki hadis-i şeriflerde "siyah nokta" olarak isimlendirilmiştir ve kendini kalb ve ruhta hissedilenbir sıkıntı şeklinde açığa vurmakta ve yavaş yavaş şiddet kazanarak insanı küfür ve zındıklığa sürüklemektedir ki daha önce bu hususa değinmiştik.
Şu halde bu anlamı kavrayan, enbiya ve evliyanın (aley-himusselam), arif, filozof ve ulemanın (rıdvanullahi aleyhim) buyruklarına bir doktorun reçetesi kadar olsun önem veren akıllı kişi muhakkak ki masiyetlerden perhiz edecek, çevrelerinde dönüp durmayacak ve eğer Allah muhafaza, bunlara mübtela olursa derhal geri çekilip pişmanlığım gösterecek ve bu pişmanlığın sureti onun kalbinde arzı endam edecektir.
Böyle bir pişmanlığın sonucu çok önemli ve etkisi çok güzeldir. Uygunsuz şeylerin ve masiyetlerin terkine yönelik azim bu pişmanlığın etkisiyle gerçekleşir.
İşte, tevbenin bu iki rüknü gerçekleştiğinde ahiret yolu salikinin işi kolaylaşır ve ilahi tevfik, başarısını perçinler. Tevbesinde samimi olan kişi "Muhakkak ki Allah tevbe edenleri sever." (*) ayet-i kerimesinin muhatabı haline gelir.
İnsan, ilmî ve ameli riyazetler ve gerekli düşünme ve tedbirlerle halis bir tevbeye ulaşmak için çırpınmak ve Hak Te-ala'nın sevgisini kazanmanın öyle hesap kitap işi olmadığını anlamalıdır.Hakk'ın sevgisinin o alemlerdeki suretinin ne manevi nurlar ve mükemmel tecelliler olduğunu ve Allah Te-barek ve Teala'ın kendi mahbubuna nasıl davranacağını Allah bilir.
Ey insan, ne kadar da zalim ve cahilsin! Veliyyi Nimet'in nimetlerini değerini bilmiyorsun. Kendisine (neûzu billah) en ufak bir faydası dokunmadığı halde senin bütün ihtiyaçlarını karşılayan böyle bir Veliyyi Nimet'e karşı koydun, mu-harrematı çiğnedin yıllar yılı hayasızlık ve serseriliğin artırdıkça artırdın. Ama sonunda pişman olup yaptıklarından döndün, tevbe ettin ve Hak Teala seni mahbub edindi. Nasıl bir rahmet ve ne geniş bir nimet deryasıdır bu bir bak!
(*) Bakara Suresi, 222.
Rabbimiz! Senin nimetlerinin şükründen aciziz biz. Dilimiz dönmüyor senin hamd ve senanı hakkıyla eda etmeye. Utanç içinde boyun büküp hayasızlıklarımızdan ötürü af dilemekten başka birşey gelmiyor elimizden. Biz ne oluyoruz ki senin rahmetine layık olalım? Ama senin rahmet ve nimetin kimsenin havsalasının alamayacağı kadar geniştir.
"Sen kendini övdüğün kadar yücesin." (*)
Ve insan pişmanlık suretinin gönlünde güçlenmesi için çaba harcamalı ki Allah'ın izniyle "yanma" evine dahil olsun. Bunun yolu da masiyetlerin korkunç eser ve sonuçlarını düşünüp gönülde pişmanlığı kuvvetlendirmek ve kendi kendine "Allah'ın alevli ateşi" örneğini gönlünde tutuşturmak, kalbi pişmanlık ateşinde yakarak bütün masiyetlerin bu ateşte yanıp kül olmasını sağlamak ve bu yolla gönlün keder ve pasını silip atmaktır.
Bil ki eğer insan bu ateşi kendisi için tutuşturmaz ve aslında cennetin kapılarından biri olan bu cehennem kapısını aralamazsa bu alemden göçtüğünde elim bir ateşle karşılaşacak yüzüne cehennem kapıları açılacak cennet ve rahmet kapıları yüzüne kapanacaktır.
Rabbimiz! Bize yanık bir gönül lütfet, gönüllerimizde pişmanlık ateşini tutuştur ve onu bu dünya ateşiyle yak, kaîbî gamlarımızı bertaraf et ve bizi bu alemden masiyetlere tabi olmadan götür.
"İnneke veliyyun-ni'am ve ala külli şeyin qadir."
(*) Mu'cem-i Ehâdis-i Nebevi, C 1., s. 304.
3. bölüm
Tevbenin Şartlarına Dair
Geçen bölümde zikredilenler tevbenin rükünleriydi. Tev-beni kabulü ve mükemmelliğiyle ilgili kimi şartları da vardır ki şimdi onları zikredeceğiz.
Tevbenin iki temel şartı vardır. Ayrıca mükemmelliğinin şartı da ikidir ve biz bu bölümde mevlalar mevlasmın (Hz. Ali'nin) buyruğunu zikredeceğiz. Çünkü o sözlerin derleyip toparlayıcısı, meliklerin sözü ve sözlerin melikidir.
"Cenab-ı Seyyid Rıza (raziyallahu anh) Nehcu'l-Belâğe'de şunları rivayet ediyor: "Adamın biri Hz. Emir'in (Hz. Ali'nin) (as) huzurunda "Estağfurullah" dedi. Bunun üzerine Hz. Emir buyurdular ki: "Annen mateminde ağlasın! Acaba istiğfarın ne olduğunu biliyor musun? İstiğfar "illiyyîn" derecesidir ve bu, altı anlama gelen bir isimdir:
Birincisi: Geçmişten pişmanlık duymaktır.
İkincisi: Bir daha asla o duruma dönmemeye azmetmektir.
Üçüncüsü: Muhlukatm hakkını onlara vermendir ki bu yolla Allah'ın huzuruna tertemiz ve arınmış bir şekilde çıka-sın. (Yani kimsenin hakkının üzerinde bulunmaması.)
Dördüncüsü: Eda etmen gerekirken eda etmediğin her farzı yerine getirip hakkını teslim etmendir.
Beşincisi: Haram yolla elde ettiğin beden etini sıkıntılar çekerek eritmen, derinin kemiğine yapışmasını sağlaman ve deriyle kemiğin arasını yeni bir etle doldurmandır.
Altıncısı: Bedenine tıpkı masiyetlerin lezzetini tattırdığın gibi taatın acılarını tattırmandır." (*
Bu hadis-i şerif önce tevbenin iki rüknünü kapsamaktadır. Birincisi, pişmanlık, ikincisi de geri dönmemeye azmetmek, sonra da tevbenin kabul edilmesinin iki temel şartını kapsamaktadır. Birincisi, mahlukun hakkını geri vermek, ikincisi de Halik'in hakkını eda etmek. İnsan sadece "tevbe ettim" demekle tevbe etmiş olmaz. Tevbe eden kişi, halktan haksız yere aldığı herşeyi onlara iade eden ve birinin herhangi bir hakkını gasbetmişse, mümkün mertebe o hakkı telafi etmeye çalışandır. Eğer Allah'ın farzlarım terketmişse, o farzları kaza eder veya eda eder ve eğer tümünü yerine getirmek mümkün değilse, mümkün olan kısmını yerine getirendir.
(*) Feyz, Nehcu'l-Belâğe, Hikmet, 409.
Bil ki bunlar her halükarda tediyyesi istenecek şeylerdir ve öbür alemde bunları tediye etmenin, başkalarının günahlarını üstlenmek ve salih amellerin onlara vermekten başka bir yolu yoktur. Şu halde bu durumdaki kişi o zaman biçare ve bedbaht olur ve önünde hiçbir kurtuluş çaresi olmaz.
Ey aziz! Sakın şeytan ve nefs-i emare sana egemen olup tevbeden uzaklaştırarak seni helaka sürüklemesinler.
Bil ki bu hususta ne kadar olursa olsun velev çok az bile olsa çaba harcamak ve girişimde bulunmak iyidir. Eğer bazı namazlar eda edilmemiş, oruçlar tutulmamış, Hakk'm hukuku çiğnenmiş ve pek çok günah işlenmişse bile Hakkın lüt-fundan meyus olma ve O'nun rahmetinden umut kesme. Çünkü eğer biraz çaba harcayıp tevbeye yönelirsen O sana yolu kolaylaştıracak ve kurtuluş yolunu gösterecektir. Bil ki Hakk'm rahmetinden umut kesmek öylesine büyük bir günahtır ki sanırım hiçbir günah nefste bu günah kadar büyük bir etki bırakamaz. Hakk'm rahmetinden umut kesenin gönlünü öylesine muazzam bir karanlık kuşatır ki onu hiçbir şeyle ıslah etmek mümkün değildir. Sakın Hakk'm rahmetinden gafil olma ve sakın günahlar ve sonuçlan sana olduğundan büyük görünmesin. Çünkü Hakk'm rahmeti herşeyden daha büyük ve daha kuşatıcıdır. "Hakk'm yardımı kabiliyet gerektirmez."
Sen daha önce ne idin? Yokluk karanlığında kabiliyet ve istidattan eser yoktur. Ama Hak (celle ve ala) sana istihkak ve istidatsız, isteme ve duan olmasızın vücud nimeti ve varlık kemalatı bahşetti. Sınırsız ve bitimsiz nimet imkanlarını açtı ve bütün mahlukatı sana musahhar etme lütfunda bulundu. Şimdiki halin o halden daha yokluk ve umutsuzluk içinde değildir. Hak Teala, rahmet ve mağfiret vaadinde bulunmuştur. Sen bir adım ilerleyip O'nun mukaddes dergahına yaklaşırsan O her vesileyle seni kendisine yakınlaştıracaktır. Ve eğer kendi hukukuna riayet etmeni istemezse kendi haklarından vazgeçecek, başkalarının haklarını eda edemediğini görürse bunu telafi edecektir.
Ey aziz! Hakkın yolu kolaydır ama biraz dikkat gerektirmektedir. Girişimde bulunmak gerekmektedir. İşi geciktirip günah yükünü günbegün ağırlaştırmak durumu zorlaştırır. Oysa girişimde bulunmak ve nefsi ıslaha kalkışmak yolu kısaltıp işi kolaylaştırmaktır. Hele bir dene ve bir kez girişimde bulun. Eğer netice alırsan durumun sıhhatina inanırsın yok eğer sonuç alamazsan nasıl olsa fesadın yolu açık ve senin günahkar elin uzundur. Emirulmüminin Hazretlerinin (aleyhisselam) buyurduğu diğer iki şartsa, tevbenin onlarsız imkansız olduğu ve kabulünün mümkün olmadığı şartlar değil, tevbenin kemalinin ve mükemmelliğinin şartlandır.
Bil ki saliklerin her birinin kalbi durumuna uygun bir menzili vardır. Tevbe etmiş kişi eğer bu mertebelerin kamiline erişmek istiyorsa, terkettiği şeyler gibi, hazı da tedarik etmelidir. Yani masiyet günlerinde elde ettiği nefsanî hazları tedarik etmelidir. Bu da, vücudundan masiyetlerden meydana gelen ruhsal ve cismanî etkilere egemen olması ve bu yolla nefsinin ilk ağırlığına ve fıtrî ruhaniyete geri dönmesiyle mümkündür. Çünkü anlaşıldığı gibi her masiyet ve lezzet ruhta bir etki bırakır, tıpkı bedende bunların bir kısmından güç elde edilmesi gibi. Şu halde tevbe etmiş kişi yiğitçe ayaklanmak, o etkileri bütünüyle ortadan kaldırmalı ve bunun gerçekleşebilmesi için de cismanî ve ruhsal riyazete yönelmelidir. Tıpkı Hz.Mevlanm (Hz. Ali'in) buyurduğu gibi.Şu halde masiyetlerin kazandırığı et ve eserlerin eritilmesi gerekir. Ve ruhsal riyazet ve ibadetlerle haza ulaşılmalıdır. Bu riyazet ve ibadetlerden haz alınacak hale gelinmelidir ki nefs yeniden serkeşlik edip masiyetlere yönelmesin.
O halde ahiret yolunun yolcusunu ve masiyetlerden tevbe etmiş kişinin riyazet ve ibadet sıkıntısına katlanması ve masiyet içinde geçirdiği her gün için bir gün ibadet etmeye yönelmesi lazımdır. Eğer bir gününü nefsanî lezzet ve masiyetlerin peşinde geçirmişse o günün karşılığını bir günlük oruç ve menasikle ödemelidir.Ta ki nefsi dünya sevgisinden ve ona bağlı olmaktan tam anlamıyla kurtulsun. Ve elbette ki bu suretle tevbe daha kamil ve nefsin nurani mükemmelliği daha fazla olur. Ardından da bunları yerine getirmenin yanı-sıra,masiyetlerin sonuçlarını ve Hak Teala'nın öfkesinin şiddetini, amel terazisinin dakikliğini ve ahiret alemindeki azabın korkunçluğunu daima düşünmeli ve nefsine bütün bunların kendi amellerinin sonucu ve Maliku'l-Muluk'a muhalefetinin neticesi olacağını kabul ettirmelidir. Bu ilim ve düşünme sonucunda nefsin masiyetlerden nefret etmeye başlaması, onlardan tam anlamıyla uzaklaşarak tevbe kapısını ardına kadar açması ve tevbesinin kamil ve tam olması umulur.
Şu halde bu iki makam, tevbe menzilinin tamamlayıcıları ve tekmil edicileridir. Ama elbette ki henüz tevbenin ilk aşamasında bulunan ve tevbe etmeye henüz niyetlenmiş olan insan kendisinden hemen bu son aşamaya uygun davranmasını bekleneceğini ve bu işin çok zor olduğunu düşünmemeli ve herşeyi yüzüstü bırakmamalıdır. Ahiret yolu yolcusunun durumu ne kadarına elveriyorsa yalnızca o kadarı kendisinden beklenir ve o kadarı kafi ve uygundur, bir kere bu yola girdi mi, Allah Teala ona yolu kolaylaştıracaktır. Şu halde yolun güçlüğü insanı asıl maksadından uzaklaştırmamalıdır. Çünkü maksat çok büyük ve çok önemlidir. Eğer bu büyüklük ve azameti anlarsak bu yoldaki her zahmet bize kolay gelecektir. Acaba hangi maksat ruhun ebedi kurtuluşundan ve ebedi mutluluktan daha yüce olabilir? Ve herhangi zahmet ve sıkıntı ebedi helaktan daha korkunç ve tehlikelidir? Tevbenin terki veya geciktirilmesi yüzünden insanın ebedi helaka sürüklenmesi ve aksi halde tevbe sayesinde ebedi mutluluğa erişip Hak teala'nm sevgili kullarından biri olması mümkündür. O halde maksat bu kadar muazzam olun-ca,birkaç günlük sıkıntının lafı mı olur?
Ve bil ki girişim ne oranda olursa olsun yararlıdır. Uhrevî durumu dünyevî durumla bir karşılaştır. Dünyada büyük bir maksada ulaşılmayınca küçük maksattan vazgeçiliyor mu hiç? Ve mükemmel bir istek ve arzu elde edilemeyince, küçüğünden de geçilmiyor. O halde sen de eğer tevbenin en mükemmeline erişemiyorsan hiç değilse maksadın aslından ve öz hakikatından da ayrı düşme ve olabildiği oranda tahsiline gayret et.
4. bölüm
İstiğfarın Sonucuna Dair
Tevbe eden kişinin yapması gereken şeylerden birisi, Hak teala'nın bağışlayıcılık makamına sığınması ve istiğfar halini tahsilidir. Hz. Hakk'ın (celle ve ala) bağışlayıcılık makamından kal ve hal diliyle , alenen ve gizlice, acizane ve niyaz ile kendisine yardımcı olması ve günahlarını görüp bağışlamasını dilemelidir. Ve elbette ki Zat-ı Mukaddesin bağışlayıcılık ve settariyeti (örtücülüğü) günah ve ayıplan örtmesini gerektirir.
Tevbe amellerin melekûtî suretlerini hayra çevirmektir. Ve insanın işlediklerinden haberdar olmuş herkese ve herşe-ye Hak teala bu hususta unutkanlık vermekte ve bu amelleri unutmalarını sağlamaktadır. Nitekim hadis-i şerifte bu duruma işaret edilerek şöyle Duyurulmuştur: "Onun günahlarını yazan meleklerine bunları unutturur." Ve Hak Teala'nın insanın azalarına ve yeryüzüne hadis-i şerifte buyrulduğu gibi kişinin işlediği günahları unutmalarını vahyetmesi de mümkündür.
Ama belki de bundan maksat, uzuvlardan ma-siyet unsurlarının defedilmesidir ki bu yolla uzuvlar kişinin arınmışlığma tanıklık ederler. Nitekim kişi yaptıklarından tevbe etmediğinde de bütün uzuvlan kal ve hal diliyle günah ve masiyetlerine tanıklık ederler. Nasıl ki Hak Teala'nın gaf-fariyet ve settariyeti uzuvlarımızın ve zaman ve mekânın bu alemde aleyhimizde tanıklık etmemelerini sağlamışsa ve tevbe etmemiz halinde bunlar diğer alemde de tanıklık etmeyecekler ama tevbe etmememiz halinde bu tanıklık behemehal gerçekleşecektir. Fakat Hakk'ın (celle ve ala) keremi tevbe etmiş insanın kimsenin karşısında boynu bükük ve mahcup olmamasını gerektirmektedir. "Vallahu el-âiim."
5. bölüm
Tevbe-i Nasûh'a Dair
Bil ki tevbe-i nasuh'un (kesin tevbenin) yorumunda ihtilaf mevcuttur ve bunları zikretmekte yarar vardır. Biz burada yüce muhakkik Şeyh Behaî'nin (qaddes allahu nefsehu) söylediklerini tercüme etmekle yetiniyoruz.
Değerli muhaddis Meclisi (rahimehullah) Şeyh Behaî'nin şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
Müfessirler tevbe-i nasuhla ilgili farklı yorumlar zikretmişlerdir. Bunlardan biri, halka nasihat eden tevbe anlamına geldiğidir. Yani bu tür tevbe halka ve kişilere kötü amellerini terketmeleri ve bir daha o amellere dönmemelerini nasihat etmektedir.
Diğer yorum ise nasuh tevbenin sadece Allah'ın rızası maksadıyla yapılan tevbe olduğunu belirtmektedir. Nitekim mumundan arındırılmış halis bala da "nasuh bal" denilmektedir. Buradaki halislik ise kişinin günahlarından azaptan korktuğu için değil, bu günahların çirkinliğinden veya Hak Teala'nm rızasına aykırı olmalarından ötürü pişmanlık duyup tevbe etmesidir.
Yüce muhakkik Tusî de Tecrid-i Hikem'de korkudan ötürü duyulan pişmanlığın tevbe olmadığını buyurmaktadır.
Diğer bir yorum ise tevbe-i nasuh'taki "nasuh" ifadesinin "nesahât"tan yani "dikmek"ten geldiğini ve tevbenin, günahların dinde meydana getirdikleri yırtılmaları dikip onardığı-nı belirtmektedir. Veya tevbe, tevbe edenle Allah'ın veli ve dostlarının arasını bulup onları birbirine yaklaştırmaktadır.
Tıpkı terzinin giysi parçalarını birbirine dikmesi gibi.
Başka bir yorumda da burada geçen nasuh ifadesinin tev-be edenin şahsını nitelediği ve tevbe kelimesiyle olan bağlantısının mecazi olduğu belirtilmektedir. Yani tevbe-i nasuh, kendi sahibine nasihatta bulunarak onu tevbesini mükemmel bir hale getirmeye ve bu yolla günahlardan bütünüyle arınmaya yönlendirmektedir ve bu da nefsin sıkıntılarla eritilmesi ve kötülük karanlığının iyilik ve güzellik aydınlığıyla aydınlatılması yoluyla gerçekleşir.
Bütünleme
Bütün Varlıkların İlim ve Hayat Sahibi Olduklarına Dair
Bil ki tevbenin kimi hakikatleri, incelikleri ve sırları vardır ve her Allah yolu yolcusunun kendi makamına has bir tevbesi mevcuttur. Ama bizim o makamlardan bir haz ve nasibimiz olmadığından, bu sayfalarda onlardan söz etmemiz uygun değildir. Şu halde en iyisi hadis-i şeriften anlaşılan ve Kitab-ı İlahî'ni zahirine ve pek çok hadis-i şerif te de mutabık düşen bir hususla sözlerimizi sona erdirmektir ki o da her varlığın ilim, hayat ve bilinç sahibi olduğu hususudur. Aynı şekilde bütün varlıklar Hakkın (celle ve ala) mukaddes makamını da bilmektedir. Kur'an-ı Şerifte de zikredildiği gibi bütün varlıklar Allah Teala'yı zikretmekle meşguldür ve bu hususa değinen pek çok hadis-i şerif de vardır. Ve bu durum onları ilim, idrak ve hayat sahibi olduklarına delalet etmekte ve hatta yaratıcı ile yaratılan arasındaki Hak Tea-la'nın Zat-ı Mukaddesi ve O'nun uygun bulduğu kullarından başka hiç kimsenin bilmediği münasebete işaret etmektedir.
Bu, Kur'an-ı Kerim'in ve masum imamların hadislerinin insanoğluna duyurdukları ve işrak felsefesine, tasavvuf ehlinin keşiflerine ve sülük ve riyazet ehlinin müşahedelerine uygun düşen bir husustur. Ve tabiat ötesi yüce ilimlerinde (ulum-i âliye-i ma qabl et-tabî'e) de isbatlanmış olduğu üzere "vücûd" (varlık) kemalat, esma ve sıfatlara sahiptir ve hangi aşamada bulunursa bulunsun, hayat, ilim ve benzeri durumlara malik haldedir ve varlık hakikatinin her tecelli aşaması ehadiyet ve rububiyet makamıyla münasebet halindedir. Nitekim ayet-i serifede şöyle buyurulmaktadır: Hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın." (*)
Derler ki ayette geçen "huve", gayb ve hüviyet makamına işarettir ve "perçeminden tutmak" da hiçbir varlığın muttali olamadığı o asıl gaybî, sırsal ve vücudî irtibata işaret etmektedir.
(*) Hud Suresi, 56.
Hazırlayan: ruhullah.com