"Ali b. Suveyd diyor ki: "Hz. Musa İbn Cafer'e (aleyhi-musselam) Allah'ın (azze ve celle) "Kim Allah'a tevekkül ederse O, ona yeter" (*) sözünü sordum. Buyurdu ki: "Allah'a tevekkül etmenin dereceleri vardır. Bunlardan birisi bütün işlerinde Allah'a tevekkül etmen, O ne yaparsa yaptığından razı olman ve O'nun senden hiçbir iyilik ve fazlı esirgemeyeceğini ve bu konuda hüküm vermenin O'na ait olduğunu bilinendir. Şu halde Allah'a tevekkül et ve işlerinin sonunu O'na bırak.
(1) Kafi, C. 2., Kitabu'1-îman ve'1-Küfr, Babu't-TefVîzi İla'lllah Ve't-Tevekküli Aleyh, h. 5.
(*) Talak Suresi, 3.
ŞERH
Kelime anlamıyla "tevekkül" aczini açığa vurmak ve başkasına güvenip dayanmak demektir. "Tevekkül", "tefviz" (işi başkasına havale etmek)ten başka birşeydir ve bunların ikisi de "rıza ve "vusuk" (itimad)dan farklıdır. Nitekim ileride bu durum açıklanacaktır inşaallah. Şimdi birkaç bölümde bu hadisin yorum gerektiren yanlarını yorumlayacağız.
1. bölüm
Tevekkülün Anlam ve Derecelerine Dair
Bil ki, "tevekküT'ün değişik kesimlerce birbirine yakın birçok tanımı yapılmıştır. Bu çerçevede Menazil es-Sairîn'in sahibi şöyle buyurmaktadır: "Tevekkül, bütün işleri sahibine havale etmek ve onun vekâletine güvenmek demektir." Bazı arifler de şöyle buyurmuşlardır: "Tevekkül, bedenin kul haline getirilmesi ve kalbin rububiyete bağlanmasıdır." Yani, beden güçlerinin Hakk'a itaat yolunda kullanılması ve Ona bağlı kılınması. Bazıları da şöyle demişlerdir: "Allah'a tevekkül etmek, kulun bütün arzularım yaratılmışlardan koparması ve onlardan kopup Hakk'a bağlanması demektir."
Bütün bu zikredilen tanımlar birbirine yakın anlamlardır ve anlamlarını irdelemeye gerek yoktur. Söylenmesi gereken, bu tevekkülün kimi derecelere sahip olduğu ve bu derecelenmenin kulların meşreplerinin farklılığından kaynaklandığıdır ve tevekkülün derecelerinin ilmi, kulların Hakkın ru-bubiyetine ilişkin marifetine bağlı olmasından ötürü bunun üzerinde durmak gerekmektedir.
Şu halde bil ki saliklerin onsuz herhangi bir makama erişemeyecekieri maarif usullerinden birisi, Hak'ın rububiyet ve malikiyetinin Zat-ı Mukaddes'in işlerdeki tasarrufunun mahiyetinin ilmidir ki biz bu hususa ilmi açıdan yaklaşmayacağız; çünkü bu husus "cebr" ve tafvîz"in incelenmesini gerektirmektedir; böyle bir inceleme ise bu sayfaların maksadına uygun düşmemektedir. Bunun yerine halkın marifetteki derecelerini açıklamakla iktifa edeceğiz.
Şunu belirtelim ki halk Zat-ı Mukaddes'in rububiyetinde birbirinden pek farklı ve muhteliftir. Muvahhid avam kesimi Hak Teala'yı bütün işlerin yaratıcısı ve bütün cevher ve unsurların oluşturucusu olarak kabul ederken tasarrufunu sınırlı saymakta ve rububiyetin kuşatıcılığına kail bulunmamaktadırlar. Bunlar kimi zaman "işlerin takdir edicisi Hak'tır, herşey onun tasarrufu altındadır ve hiçbir varlık O'nun mukaddes iradesi olmaksızın var olamaz" demektedirler.
Ama bunlar ne ilmen, ne imanen ne şuhuden ve ne de vicdanen bu makamın sahibi değiller. Diyelim ki bizim de içinde yer aldığımız bu halk kesimi Hak Teala'nın rububiye-tinin ilmine sahip değildir. Tevhidleri noksandır ve Hakk'm rububiyet ve egemenliğinden mahcub (örtülü) kalmışlardır. Bunlar konumuz olan tevekkül makamına lafız ve iddia dışında sahip değillerdir. Bu nedenle de dünyevi işlerde hiçbir şekilde Hakk'a itimad edip dayanmamakta ve zahirî sebepler ve kevnî etkenlerin dışında hiçbir şeye tevessül etmemektedirler. Eğer bunlar kimi vakit Hakk'a yönelip O'ndan her hangi bir şey talep ediyorlarsa bu ya taklit yüzünden birşey-dir veya ihtiyata yönelik bir durumdur. Çünkü bu eğilimleri onlara herhangi bir zarar getirmemekte ve menfaatlerine olacağı ihtimali mevcut bulunmaktadır. Bu durumda onlarda tevekkülden bir eser vardır. Ama eğer zahirî etkenleri uygun bulurlarsa, bunlar Hak Teala'dan ve O'nun tasarrufundan bütünüyle gafil olurlar, bu nedenle de "Tevekkül, kazanç ve iş ile çelişmez" sözü yerinde bir sözdür, delil ve nakle uygundur ama Hakkın rububiyet ve tasarrufundan ihtacab etmek (uzak durmak, örtülü bulunmak) ve etkenleri yeterli saymak tevekküle aykırıdır.
Dünyevî işlerle ilgili temessük ve tevekkül etmeyen bu kesim, ahiret hususunda ise tevekkülden çok fazla dem vurmaktadır. Hangi ilim ve marifette veya nefis tezkiyesi ibadat ve taatta tembellik edip gevşek davranılırsa derhal Hakka itimattan dem vurup tevekküle sarılırlar. Amel ve çaba olmaksızın sadece "Allah büyüktür" ve "Allah'ın fazlına tevekkül etmişiz" demekle ahiret derecelerini elde etmek isterler. Dünya işlerinde "çaba ve çalşıma, Hakk'a tevekkül ve itimat etmekle çelişmez" derler.
Ahiret işlerinde ise çaba ve ameli Hakk'm fazlına ve Ona tevekkül etmeye aykırı sayarlar. Oysa bu, nefi ve şeytanın tuzağından başka birşey değildir. Çünkü bunlar aslında ne dünyevî işlerde ve ne de uhrevî işlerde mütevekkil değiller ve bunların hiçbirinde Hakk'a iti-mad etmemektedirler. Dünyevî hususları önemsedikleri için sebeplere meyletmekte ve Hakk'a ve O'nun tasarrufuna güvenmemekte, buna karşılık uhrevû hususlarda, bunlara önem vermedikleri ve kıyamet gününe hakkıyla inanmadıkları için, ahiret hususunda bahaneler üretmektedirler.
Kimi zaman Allah büyüktür (Allah kerimdir) derler. Kimi zaman da Hakk'a ve şefaatçilerin şefaatine güven duyduklarını ifade ederler. Oysa bunların laf olmaktan öte hiçbir anlamı ve gerçekliği yoktur.
İkinci kesim ise ya delil veya nakil ile Hak Teala'nın işlerin takdir edicisi, sebeplerin müsebbibi ve varlık aleminin müessiri olduğunu, kudret ve tasarrufunun sınırsız olduğunu kabul ve tasdik edenlerdir.Bunlar akıl boyutunda Hakk'a tevekkül ederler, yani onların katında tevekkül rüknü aklen ve naklen tamamdır. Bu nedenle kendilerini mütevekil kabul eder ve tevekkülün gerekliliğini delillere dayandırırlar. Bu deliller şöyle sıralanabilir. Birincisi Hak Teala'nm kulların ihtiyaçlarını bilmesidir. Bir diğeri kullara rahmet ve şefaat etmesidir. Şu halde kullarına cimrilik etmeyen bu rahim alim ve kadire tevekkül edilmesi gerekir, çünkü O, kullarının imdadına yetişir, velev ki onlar salih işleri fasitlerinden ayırabilecek durumda olmasalar bile onların maslahatına uygun düşeni yapar.
Bu kesim her ne kadar ilmen mütevekkil iseler de aslında tevekkülleri iman mertebesine erişmiş değildir, bu nedenle de sarsıntıdadırlar ve akılları kalpleriyle çatışma halindedir. Bu durumda akılları mağlub demektir. Çünkü kalpleri ebep-lere bağımlıdır ve Hakk'm tasarrufundan mahcubtur (örtülüdür).
Üçüncü kesim, Hakk'm varlıklar üzerindeki tasarrufunu kalben idrak etmiş, kalpleri işlerin takdir edicisinin Hak Te-ala olduğuna ve herşeyin egemen ve malikinin O olduğuna iman etmiş olanlardır. Bunlar akıl kalemiyle gönül levhalarına tevekkül rüknünü yazmışlardır. Tevekkül makamının sahipleridir bunlar, ama bu kesim de imanın aşama ve dereceleri hususunda birbirlerinden çok farklıdır. Ancak kâmil itminan derecesine ulaşanların kalbinde kâmil tevekkül derecesi ortaya çıkar ve bunlar, sebeplere gönül verip bağlanmazlar, gönülleri rububiyet makamına doğru kanat çırpar ve O'na itminan ve itimad besler. Nitekim o arif de tevekkülü, bedenin kulluğa yönelmesi ve kalbin rububiyete bağlanması olarak tarif etmişti.
Bu zikredilenlerin durumu, kalplerinin fiilî kesrette egemen olması halinde böyledir. Değilse, tevekkül makamından geçer ve maksadın dışına çıkarlar.
Şu halde anlaşıldı ki tevekkülün dereceleri vardır ve belki de (yorumlamakta olduğumuz bu) hadis-i şerif, ikinci kesimin durumuna işaret etmektedir; çünkü tevekkülün başlangıcı olarak ilimden sözetmektedir ama diğer derecelere de işaret ediyor olabilir. Çünkü tevekkülün başka ayrımlar bakımından da dereceleri mevcuttur. Bu da şudur: Nasıl ki sülük derecelerinde irfan ve riyazet ehli mesela kesret makamından yavaş yavaş vahdet makamına erişirler ve mutlak ef alî fena (yokluk) birden bire gerçekleşmez, aksine tedricen gerçekleşir, aynı şekilde tevekkül, rıza teslim ve sair makamlar da terdicen gerçekleşirler. Mümkündür ki ilk aşamada işlerin bir kısmında ve gizli gaib sebeplerde tevekkül edilsin, sonra da yavaş yavaş mutlak makama erişilsin ve hem zahiri sebeplerde hem de batınî sebeplerde hem kendi işlerinde hem de ilgili ve yakınlarını işlerinde tevekkül edilsin. Bu açıdan hadis-i şerifte bunun derecelerinden birisinin bütün işlerde tevekkül edilmesi olduğu buyurulmuştur.
2. bölüm
Tevekkül ile Rıza Arasındaki Farka Dair
Bil ki "rıza" makamı "tevekkül" makamından farklı bir-şeydir. Rıza, tevekkülden daha ileri ve uludur. Çünkü "mütevekkil,", kendi hayır ve maslahatını talep etmekte ve Hak Teala'yı hayrın faili kabul ettiğinden, O'nu kendine vekil kılmaktadır. Buna karşılık "razı", kendi iradesini Hakk'm iradesinde fani kılmakta ve kendisi için hiçbirşey istememektedir. Nitekim kimi ehl-i suluktan sordular: Ne istiyorsun?" Dedi ki: "İstememeyi istiyorum." İstediği rıza makamıdır.
Hadis-i şerifteki "O sana ne ederse, ettiğinden razı ol-mandır" sözündeki maksat ise rıza makamı değildir. Bu nedenle de bu sözden hemen sonra Hak Teala'nın yaptığı her şey senin hayrınadır" buyurulmuştur. Adeta Hazret, muhatabında tevekkül makamını vücuda getirmek istemiştir. Bu nedenle de tevekkül için kimi koşullar tertip etmiş ve önce şöyle buyurmuştur: Onun senden hiçbir iyilik ve fazlı esirgemeyeceğini bil" Sonra da şöyle buyurmuş: "Ve bu konuda hüküm vermenin O'na ait olduğunu bilmendir."
Elbette ki Hak Teala'nın her şeye kadir olduğunu bilen ve O'nun hayır ve fazlını kaybetmek istemeyen kimse tevekkül makamına erişir. Hadis de tevekkülün bu iki esasını zikretmiş ve belirgin oluşlarından ötürü diğer iki üç esası zikretme gereği duymamıştır.
Şu halde, zikredilen koşullardan çıkan netice, Hak Teala'nın yaptığı herşeyin hoşnutluk ve rızayla karşılanmasıdır. Çünkü hayır ve salah bundadır. Bu yolla da tevekkül makamına geçilir ve bu nedenle de şöyle buyurmuştur: Allah'a tevekkül et."
3. bölüm
Tefviz, Tevekkül ve Sıka Arasındaki Farka Dair
Bil ki "tefviz" (kulun bütün işlerini Allah'a ısmarlayıp O'na dayanıp güvenmesi) de "tevekküTden farklı birşeydir. Nitekim "sıka" (itimad, itikad, itminan vb) da her ikisinden (tefviz ve tevekkülden) farklıdır. Bu nedenle de bunlar sâlikler makamlarında ayrı ayrı zikredilmişlerdir. Hâce Abdullah buyuruyor ki: "Tefviz, tevekkülden işaret açısından daha latif mana açısından daha geniştir." Çünkü tefviz, kulun çekip çevirmeyi kendinden görmemesi ve bütün işlerde kendini tasarrufsuz bilip Hakk'a mutasarrıf kabul etmesidir. Oysa tevekkülde durum bu değildir.
Çünkü mütevekkil, tasarruf, hayır ve salahın celbinde Hakk'ı kendine vekil kılar. "Olsa olsa tevekkül, tefvizin bir şubesidir sadece." Çünkü tevekkül mesâlihtedir, oysa tefviz mutlak anlamıyla bütün işlerdedir. Ayrıca tevekkül, tevekkülü gerektirecek bir sebep yani kulun ondan ötürü Allah'a tevekkül edeceği bir husus ortaya çıkmadıkça gerçekleşmez. Peygamber (sav) ve ashabının kendilerine "İnsanlar size karşı ordu toplamışlar; onlardan korkun!" deyince bu söz onların imanını artırdı ve müşriklerden korunmak için "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" (*) diyerek) tevekkül etmelerinde olduğu gibi.
Oysa tefviz sebebin ortaya çıkmasından öncedir.Nitekim Rasulullah'tan (sav) rivayet edilen bir duada şöyle buyurduğu aktarılmıştır: Allah'ım, nefsimi sana teslim ettim, sırtımı sana dayadım, işlerimi sana tefviz edip ısmarladım." (**)
(*) Al-i İmran Suresi, 173.
(**) Sünen-i İbn Mace, C. 2., Kitabu'd-Dua, h. 3876.
Kimi zaman da tefviz sebepten sonradır. Al-i Firavun ailesindeki mümin kulun (Habib-i Neccar'm) tefvizi gibi.
Bu zikrettiklerim, tanınmış arif Abdurrezzak Kaşanî'nin kamil arif Hace Abdullah'ın sözlerini şerhinden yapılmış birkaç alıntının tercümesinden ibarettir. Hace'nin kendi sözleri de buna delalet etmektedir.
"Sıka"da "tevekkül" ve "tefviz"den farklıdır.Nitekim Hace (Abdullah) şöyle buyurmuştur: "Bil ki, bu üç makam onsuz (sıkasız) gerçekleşmez. Bu makamların ruhu Allah Teala'ya sıkadır. Ve kul, Hak Teala'ya vüsûk duymadıkça bunlara erişemez.
Şu halde Hazret'in tevekkül ve tefvizden sonra "Onda ve diğerlerinde Allah'a itimad et, O'na sika et" demesinin nedeni anlaşıldı demektir.
Hazırlayan: ruhullah.com