Ebu Basir diyor ki: "Hz. Sadık'ın (as) şöyle dediğini duydum: "Özgür kişi her haliyle özgürdür. Başına musibet gelirse sabreder, musibetler sel gibi aksa üstüne yine de onu yenilgiye uğratamaz. Ama eğer esir olursa kahırlı olur ve kolaylıklar güçlüğe dönüşürler. Nitekim Yusuf un (as) kökleştirilmesi, esir edilmesi ve kahra uğraması onun özgürlüğüne herhangi bir halel getiremedi. Ne kuyunun karanlığı ona bir zarar verebildi, ne de başına gelen sair musibetler. Derken Allah ona lütufta bulundu ve melik kılıp ona zulmedeni kendişine kul etti. Sonra da onu peygamber kıldı ve onun sayesinde bir ümmete rahmette bulundu. İşte sabır bu şekilde ardından hayrı getirir. Şu halde sabredin, sabırla donanın ki ecre ulaşasmız." (*)
(*) Kafi, C. 2., Kitabul-İman ve'1-Kufr, Babu's-Sabr, 5, 6.
1. bölüm
Şehvete Esir Olmanın Bütün Esaretlerin Kaynağı Olduğuna Dair
Bil ki eğer insan şehvet ve nefsanî hevalarm boyunduğu-ru altına girerse, bu bağımlılığı, zillet ve kulluğu günbegün şiddetlenir. Buradaki kulluğun anlamı, kişinin birine boyun eğmesi ve onu tam anlamıyla itaat etmesidir. Ve şehvet ve nefs-i emmareye boyun eğen insan da bunların kulu ve köle-sidir. Onlar neyi emrederlerse tam anlamıyla yerine getirir ve onların huzurunda tam bir köle gibi davranır. Derken durum öyle bir noktaya ulaşır ki, onlara itaat etmeye Allah Te-ala'ya itaat etmekten daha fazla önem vermeye başlar.
Onlara kul olmayı Hakiki Maliku'l-Mulk'ün kulluğuna tercih eder.Böylece hem izzetini,hem de özgürlük ve bağımsızlığını kaybeder. Gönlünü zillet, yoksulluk ve kulluk tozlan örter ve dünya ehlinin kulu kölesi olur. Kalbi ehl-i dünyanın ve haşmet sahiplerinin önünde secdeye varır ve nefsanî arzulannı tatmin etmek maksadıyla türdeşlerinden sıkıntı ve zillet çeker, zillete katlanır. Karnını ve belden aşağısını tatmin etmek için alçalır. Şehvet ve nefsin esiri olduğu sürece şeref, yiğitlik ve özgürlükten hiçbir nasibi olamaz. O uğurda önüne gelene boyun eğip kulluk eder. Naçizlerin minnetine katlanır ve eğer sayesinde arzusuna ulaşabilecekse halkın en değersizine ve en reziline yaltaklanıp durur.
Şehvetlerinin ve dünyanın kulu kölesi olanlar ve nefsin nevasının boyunduruğunu boyunlarına geçirenler, dünyalıklarını kendisinden bekledikleri veya umdukları herkese kulluk ederler. Bunlar zahirde ne kadar izzet ve iffetten dem vururlarsa vursunlar, bu durumdadırlar. Amel ve sözleri iddialarını yalanlar. Ve bu esaret ve kölelik kişiyi her zaman sıkıntı, zillet, yorgunluk ve rezilliğe sürükler. Bu nedenle, şeref ve izzet-i nefs sahibi insanların ne edip edip kendilerini bundan korumaları gerekir. Ve bu pislikten arınmak ve bu zillet boyunduruğundan kurtulmanın yolu da nefsin esaslı bir şekilde tedavi edilmesidir. Bu tedavi ise yararlı ilim ve amel ile mümkündür.
Buradaki amel, şer'i prensiplere riayet ve nefse muhalefet etmektir. Nefsi dünyaya ifrat derecesinde bağlılıktan ve şehvete tabi olmaktan bir süreliğine uzak tutmak gerekecektir. Ta ki nefs, hayırlara ve kemalata itiyat kazansm.Burdaki ilimden maksat ise, kişinin kendi nefsine ve kalbine diğer mahlukatm da kendisi gibi güçsüz, muhtaç ve fakir olduklarını kabul ettirmesi ve diğer yaratılmışların da kendisi gibi her alanda mutlak gani olan Allah'a muhtaç olduklarını tam anlamıyla idrak etmesidir. Onların da kendisi gibi kimsenin ihtiyacına cevap veremeyeceklerini ve nefsin onlardan niyazda bulunup kendilerine kul köle olmasın gerektirecek bir özelliğe sahip olmadıklarını bilmesi ve onlara izzet, şeref ve mal mülk lütfeden Kadir-i Mutlak'm bunu herkese lütfedebilecek durumda olduğunu anlamasıdır.
İnsanın karnını doyurmak veya şehvetini tatmin etmek için bunca zillet ve horlanmaya razı ve elinden hiçbir şey gelmeyen, kendisi himmete muhtaç, zelil ve cahil insanların minnetine katlanması gerçekten büyük bir ayıptır.
Eğer minnet altına gireceksen Ganiyyi Mutlak ve Halik-i Semavat ve Arz'm minneti altına gir ki onun şefkat ve rahmeti sayesinde her iki dünyada said olasın ve kula kul olma boyunduruğunu boynundan atasın. 'Allah'a kul olmanın özü, özgürlük ve rububiyettir." (*) Hakk'a kul olmak, tek bir merkezî mihvere yönelmek ve ilahî egemenlik şemsiyesi altında bütün saltanatları yok saymak sayesinde kalpte öyle bir hal vücuda gelirki kişi bütün aleme egemen olur. Ve ruhta öyle yüce bir hal meydana gelir ki kişi rububiyetin huzurundan ve kendilerine itaatin Hakk'a itaat sayılacağı kimselerin huzurundan başka bir huzurda boyun eğmez ve başka bir kimseye itaat etmez. Ve eğer işler ters gider de bir dem başkalarının egemenliği altına girerse, bir an bile sarsılmaz ve nefsin bağımsızlık ve özgürlüğü mahfuz kalır. Nitekim Hz. Yusuf ve Hz. Lokmanın (aleyhimes-selam) zahirî ubudiyet altına girmek zorunda kalmaları onların kalbî özgürlüklerine hiçbir zarar verememiştir.
Peki ya yüce nefs özgürlüğünden zerre kadar nasib almamış zahirî egemenlik ve güç sahipleri? Onlar zelil birer kul ve nefs ve hevanın itaatkâr köleleridirler ve bu nedenle de naçiz ve değersiz yaratıklara bile yaltaklanırlar.
Hz. Ali b. Huseyn'in (selamullahi aleyhima) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Ben dünyayı yaratıcısından bile istemeye haya eder iken nasıl olur da kendim gibi bir yaratılmıştan isterim." (**)
Ey aziz! Eğer dünyayı istemekten utanmıyorsan, hiç değilse kendin gibi zayıf bir yaratılmıştan dileme onu. Bil ki yaratılmışlarda senin dünyanı bayındır kılacak güç yoktur. Diyelim ki bir kulun iradesini binbir minnet ve zillet ile celbettin, ama onun Hak mülkünde iradesi geçersizdir ve hiç kimse Malik el-Mulûk'un memleketinde hüküm yürütemez. Şu halde bu birkaç günlük dünya hayatı ve geçici şehvetler uğruna naçiz halka yaltaklanma rabbinden gafil olma, özgürlüğünü ve bağımsızlığını koru, kulluk ve esaret boyunduruğunu boynundan çıkarıp at ve her halükarda azad ol. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Özgür kişi her haliyle özgürdür."
(*) Misbah eş-Şeri'a.
(**) İlel el-Şerâyi', C. 1. B 165, s 230 ve Vesâ'il, c 10, s. 29.
Ve bil ki zenginlik gönül zenginliğinde ve ruhun hallerine ihtiyaçsız olmaktadır. İnsana bağlı olmayan haricî hususlarda zenginlik yoktur. Ben kendim, servet ve mal mülk sahibi öyle kimseler gördüm ki söyledikleri şeyleri haya sahibi hiçbir yoksul söyleyemezdi. Öylesine utanç verici şeylerden söz ediyorlardı. O biçarelerin gönlünü zilet ve rezalet külleri kaplamıştı. Yahudiler dünyanın en zengin kişileri olmalarına rağmen yüzlerinden daima zillet ve yoksulluk okunmakta ve bütün ömürlerini zahmet, alçalma, acz ve sefalet içinde geçirmektedirler. Bu, o gönül yoksulluğu ve ruh zilletinden başka birşey midir?
Zühd ehlinin arasında öylelerim gördüm ki gönülleri öylesine zengin ve ihtiyaçsızdı ki bütün dünya mülküne en ufak bir değer bile vermiyorlar ve Hak Teala'dan başka hiç kimseyi ihtiyaçlarını arzetmeye değer bulmuyorlardı. Sen de ehl-i dünya ve ehl-i riyasetin haline bir bak da durumlarını gözden geçir. Göreceksin ki onların halk önündeki zillet ve yaltaklanmaları herkesten daha fazladır ve halkın önünde eğilip durmaktadırlar.Kimi mürid severler ve irşad iddiasındaki kişiler de birkaç gün için karınlarım doyurup belden aşağılarını tatmin etmek için alçalmakta ve nice ziletlere katlanmaktadırlar.
Bu zikredilenler dünyevî zillet ve fesatlardır. Eğer perdeler kaldırılırsa şehvet ve hevanın zincir boyundurukları altındaki bu esaretin nasıl bir suret olduğu görülecektir. Allah Teala buyuruyor ki: "Yaptıklarının karşılığını hazır bulacaklardır." (*)
Ve buyuruyor ki: "Herkesin kazandığı iyilik lehine ve kazandığı kötülük de kendi aleyhinedir." (**)
O alemde başımıza gelen herşey kendi amellerimizin suretidir. (Şu halde) şehvet ve hevalann girift kördüğümlerini parçala, gönlünü azad, et, esaretten kurtul ve bu alemde azadane yaşa ki öbür alemde de azâd olasın. Değilse, bu emareti orada da hazır bulacaksın. Ne korkunç esarettir o! Öylesine ki, Allah'ın velîleri mutlak özgürlüğe eriştikleri halde bu durum karşısında gönülleri öylesine titriyor ve öylesine inliyorlardı ki akıllar şaşar.
(*)Kehf Suresi, 49.
(**) Bakara Suresi, 286.
2. bölüm
Nefse Esir Olmanın Kötü Sonuçları ve Fesatları
Her ne kadar bu söylenenler bilinen ve tekrar edilip duran şeylerse de bunda herhangi bir sakınca yoktur. Nefsi uyarmak ve hakkı tekrar etmek güzel birşeydir. Zikir, vird ve ibadet tekrarın makbul olması da bundandır. Bundan maksat nefsi alıştırmak ve razı etmektir. Şu halde ey aziz, tekrardan sıkılma ve bil ki insan nefs ve şehvetin esiri oldukça ve şehvetin uzun zincirleri boynuna bağlı durdukça hiçbir manevî ve ruhanî makama erişemez, nefsin baünî egemenliği ve etkili iradesi ortaya çıkamaz ve ruhanî kemal makamlarının en büyüğü olan nefsin bağımsızlık ve izzeti meydana gelemez. Olsa olsa, bu esaret ve zillet insanı nefsin buyruklarından dışarı çıkamaz hale getirir.
Nefisle şeytanın derunî egemenliği güçlendiği için bunlar sadece masiyetlerle de yetinmezler ve yavaş yavaş kişiyi küçük günahlardan büyüklerine, orada da inanç gevşemesine, ordan fikirlerin bozulup çarpılmasına ve oradan da peygamberlere ve evliyaya düşmanlık etmeye sürüklerler. Bir kez onlara boyun eğen kişi kolay kolay kurtulamaz. Şu halde bu kulluk ve esaretin sonu çok vahimdir ve insanı çok korkunç bir noktaya sürek-leyebilir. Halinden haberdar kişinin ne edip edip kendini bu esaretten kurtarması ve henüz eli ayağı tutar haldeyken, genç ve zindeyken ve sağlık durumu elverişliyken bu duruma karşı kıyam etmelidir.
Bir süre haline dikkat etmeli ve geçmişte bu duruma mübtela olanların nelerle karşılaştıklarını hatırda tutmalıdır.Kalbine bu üç beş günlük hayatın gelip geçici olduğunu kabul ettirmeli ve Resul-i Ekrem'in (sav) buyruğu olan şu hakikati tam anlamıyla idrak etmelidir: "Dünya ahiretin tarlasıdır." (*) Eğer birkaç gün içinde ekin ekmezsek ve salih ameller işlemezsek fırsat elden çıkar. ölüm vakti erişip de öbür alem başladığında bütün amellerin sonu gelir ve umutlar boşa çıkar. Ve eğer Allah göstermesin şehvete kulluk ve çeşit çeşit nefsanî hevalarm esiri durumunda iken meleku'1-mevt çıkagelirse mümkündür ki şeytan son hamlesini yapıp imanı elden alsın ve Hakk'a, peygamberlere ve velilere düşmanlık içinde göçüp gitme duygusu aşılayıp son amacına da böylece erişsin. Ama Allah biliyor ki bu perdenin ardında ne bedbahtlıklar, karanlıklar ve korkunç durumlar mevcut.
(*) İhya el-ulûm, C 4, s 14. Kunûz el-Şaqâ'iq, (Cami' es-Sağîr'in hai-yesinden) c 1, s. 133.
Şu halde ey habis nefs ve ey gafil gönül! uykudan uyan ve yıllardır seni ifsad edip duran seni esarete duçar kılan ve nereye istiyorsa oraya sürükleyen, seni her türlü uygunsuz amel ve davranışa davet eden bu düşman karşısında kıyam et, bu boyundurukları kır ve zincirleri parçala, özgür ol, zillet ve alçalmayı bir yana bırak ve Hakk'm (celle celaluhu) kulluğu gölgesi altına gir ki her türlü kulluk ve kölelikten azad olup her iki alemde de mutlak ilahi egemenliğe nail olasın.
Ey aziz! Her ne kadar bu alem ceza diyarı ve Hakk'm egemenliğinin açığa vurulduğu mekan değilse ve mü'minin zindanı ise de eğer nefsin esaretinden kurtulup Hakk'a kul olmaya yönelir, gönlünü muvahhid kılar, ruhundaki pasları giderir ve gönlünü mutlak kemal mihverine yönlendirirsen bu alemde de bu etkisini açıkça müşahede edeceksin. Gönlünde öylesine büyük bir ferahlık vücuda gelir ki, gönlünün ilahî kemalin mükemmel bir tecelli merkezi olur ve bütün alemlerden daha geniş bir hal alır: "Ne yere sığarım ne göğe ama mümin kulumun gönlü kapsar beni." (*)
Ve gönülde öylesine büyük bir ganîlik vücuda gelir ki bütün zahirî ve batmî diyarları naçiz görürsün ve iraden öylesine güçlenir ki Maliku'l-Mulûk'a bağlanır ve her iki alemi de kendine layık bulamazsın.
(*) Ğevalî el-Le'alî, C 4, s. 7. 324
3. bölüm
Sabrın Anlamına ve Sabrın Nefsin Boyunduruğundan Kurtulmanın Sonucu Olduğuna Dair
Nefsin boyunduruğundan ve esaretinden kurtulup özgür olmanın büyük sonuçlarından ve muazzam semerelerinden birisi de sıkıntı ve belalara sabretmedir.
Şimdi de sabrı kısaca tanımlayıp kısım ve semerelerini ve özgürlükle olan ilişkisini anlatmamız icab etmektedir.
Hak taifesinin muhakkiki ve araştırmacısı, ilim ve amelde mükemmel bir şahsiyet olan Nasiruddin Tusî'nin (qadde-sellahu nefsehu el-qudsiyye) tarifine göre sabır, nefsi mekruh karşısında boyun eğmekten korumak anlamındadır. Meşhur arif ve muhakkik Menazil es-Sairîn'de buyuruyor ki: "Sabır, nefsi, sonucu kestirilemeyen gizli sıkıntılardan şikayet etmekten sakındırmaktır."
Ve bil ki sabır makamı orta düzeyde bir makam sayılmıştır. Çünkü musibet ve belaları mekruh sayan ve bu yüzden onlardan kaçman bir nefsin marifet makamı noksandır. Bu nedenledir ki kazaya rıza ve belalardan hoşnut olma makamı, daha yüce bir makamdır, ama bu makam da orta düzeydeki makamlardan biri sayılmıştır. Aynı şekilde, masiyete karşı taatta sabretmek de ibadet ve masiyet ile taatm esrarına yönelik marifetin bir noksanlığıdır. Çünkü ibadetin hakikatini idrak eden ve onun güzel uhrevî suretlerine iman eden ve aynı şekilde müminin maiyetlerinin korkunç uhrevî suretlerine muttali olan kişi için sahip olduğu konum bakımından sabrın anlamı yoktur. Hatta bu husus tersten işler. Eğer hoşnut olacağı rahat bir durumda bulunsa veya durumu herhangi bir ibadeti terketmesine ya da masiyete sürüklenmesine yol açsa, o rahat durum karşısında sabırsızlık gösterir.
Her halükarda gerçek anlamıyla sabır nefsin sıkıntılar karşısında sabırsızlık göstermekten sakındırılmasıdır. Ve hidayet imamları veya yüce peygamberlere ilişkin olarak sabır adı altında rivayet edilen hususların cismanî rahatsızlıklara sabretmek şeklinde olması muhtemeldir, veya sabırları, mahbubun ayrılığına sabretme olabilir ki bu muhiblerin yüce makamlarından birisidir ve daha sonra bu hususa işaret edilecektir. Değilse, taat, masiyet ve belalar karşısında sabretmek sadece onlar açısından değil, hatta onların tabileri açısından bile bir anlam ifade etmez.
Tanınmış arif Kemaleddin Abdurrezzak Kaşanî Menâzil şerhinde diyor ki: "Sabır, şikayetten kaçınmadır. Yaratılmıştan şikayet edilebilir ama Hak Teala'dan şikayet edile-mez.Nitekim Hz. Eyyub'un şikayet ediş biçimi şu şekildedir: "Şeytan bana bir yorgunluk ve azab dokundurdu." (*)
Ve Allah Teala da onu şu sözleriyle övmüştür: "Gerçekten biz onu sabredici bulmuştuk." (**)
Ne güzel bir kuldu o, daima (Allah'a) yönelirdi. Hz. Ya'kub da şikayetini şöyle arzetmiştir:
"Ben üzüntü ve tasamı Allah'a şikayet ederim." (***) Ama o, sabredicilerdendi ve bu şikayeti Allah'a yönelik değil, haklılığını savunmaya ve kendisini sıkıntıya sokanlara karşı çıkmaya yönelikti."
Yüce peygamberlerin ve masum imamların (salavatullahı aleyhim ecmain) siretlerinden de anlaşıldığı üzere, onların makamı sabır, rıza ve teslim makamından daha yüce olmasına rağmen hiçbir zaman Mabud'un dergahından niyaz, aczini bildirme ve tazarrudan uzak durmadılar. İhtiyaç ve dileklerini Hz. Hak Teala'ya arz ediyorlardı ve bu ruhaniyet makamına ters düşmemektedir. Aksine, Allah'ı anmak, mahbub ile üns ve halvette olmak ve Mutlak Kâmil'in azametine kulluk ve zillet izharında bulunmak, ariflerin emellerinin sonu ve saliklerin sülûkunun neticesidir.
(*)Sad Suresi, 41. (**) Sad Suresi, 44. (***) Yusuf Suresi, 86.
4. bölüm
Sabrın Sonuçlarına Dair
Bil ki sabrın pek çok neticesi vardır ki riyazet ve nefs terbiyesi bunlardandır.
Eğer insan başına gelen belalara, ibadetlerin doğurduğu zahmet ve sıkıntılara, kimi lezzetleri teketmenin verdiği rahatsızlıklara Hak Teala'nın buyruğu doğrultusunda bir süreliğine sabreder ve velev zor da olsa bütün bu sıkıntılara katlanırsa nefsi yavaş yavaş bu duruma alışır, güçlüklere katlanabilme gücü kazanır ve bu yolla sabır makamından daha-yücelere yükselerek diğer yüce makamlara erişir. Masiyetle-re bulaşmamakta direnip sabretmek nefsin muttakileşmesi-ne kaynaklık eder, taatta bulunmakta diretip sabretmek Hakk'a ünsiyet kazanmayı sağlar ve belalara sabretmek ilahî kaza ve kaderden razı olma imkanını doğurur. Ve bunlar ehî-i imanın ve hatta ehli irfanın yüce makamlarıdır. Ehl-i Beyt hadislerinde sabırdan büyük bir sitayişle söz edilmiş ve mesela Kafî'de senedi Hz. Sadık'a (as) ulaşan şöyle bir hadis rivayet edilmiştir.
"Buyurdu ki: "Sabrın imanla münasebeti başın bedenle olan münasebeti gibidir. Baş gittiğinde beden de gider. Aynı şekilde, sabrın gittiğinde iman da gider." (*)
Senedi Hz. Seccad Ali b. el-Huseyn'e (aleyhimesselam) ulaşan başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Sabır imandandır imanla olan münasebeti başın bedenle münasebeti gibidir ve kimin sabrı yoksa imanı da yoktur." (*)
(*) Kafi, c. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Kufr, Babu's-Sabr, 2. hadis.
Sabır, saadet kapılarının anahtarı ve helakten kurtulmanın en temel kaynağıdır. Sabır belaları insana kolaylaştırır, katlanılır kılar, problemleri kolaylaştırır, azim ve iradeyi güçlendirir, ruha istikrar bahşeder. Buna karşılık sabırsızlık bizatihi sahip olduğu rezaletin yanısıra insanı sebatsızlaştı-rır, iradesini zayıflatır ve aklı gevşetir.
Büyük araştırmacı Hace Naşir Hazretleri (qaddesellahu sirrehu) buyuruyor ki:
"Sabır batını ızdıraptan, dili şikayetten ve uzuvları uygunsuz davranışlardan sakındırır."
Sabırsız insanın kalbi muzdarip ve korkulu, gönlü sarsıntılıdır. Ve bizatihi bu durum insanın musibetlerine eklenen bir musibet ve beladır ve insanda rahat huzur bırakmamaktadır. Oysa sabır, musibeti hafifleştirir, kalbi belalar karşısında güçlendirir ve iradeyi musibetler karşısında galib kılar. Sabırsız ve dirençsiz insan uygun olsun olmasın herkese şikayette bulunur ve bu halk arasında rezil düşmeye ve gevşek biri olarak tanınmaya yol açmasının yanısıra, kişinin melaiketullah ve rububiyet dergahının huzurunda değersiz bir hale gelmesine yol açar.
Hak'tan ve Mutlak Sevgili'den gelen bir musibete tahammül edemeyen bir kul ve kendisinden binlerce nimet aldığı veliyyi Nimeti'nden bir musibet görünce herkese şikayette bulunan bir insanın ne imanı olabilir? Hakk'ın mukaddes makamına ne teslimiyeti olabilir? Şu halde sabrı olmayanın imanı da yoktur denilmesi yerinde bir husustur. Eğer sen Cenab-ı Rabb'e iman besliyorsan,işlerin mecrasının O'un yed-i kudretinde olduğuna inanıyorsan ve O'ndan başka hiç kimseyi olup bitenlere egemen saymıyorsan elbette ki olup bitenlerden Hak Teala'nm dışında birine şikayette bulunamazsın, hatta onları canı gönülden katlanır ve Hak Teala'nm nimetlerine şükredersin.
(*) Kafî, c. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Kufr, Babu's-Sabr, 4. hadis. 328
Şu halde o batınî ızdıraplar, o lisanı şikayetler ve azalarımızın o uygunsuz hareketleri bizim ehl-i imandan olmadığı-mığıza tanıklık etmektedir. Nimet mevcut olduğu sürece şeklen şükrediyoruz ve bu da sadece nimetlerin daha da fazlalaşması içindir. Ne zaman ki bir musibete duçar olduk veya bir dert ve hastalıkla yüzyüze geldik halka Hak Tebarek ve Teala'da şikayette bulunuyoruz ve kinayeli bir dille olur olmaz herkese şikayet yetiştiriyoruz. Derken bu şikayet ve sabırsızlıklar yavaş yavaş Hak'tan kazayi ilahîden nefret etme tohumları ekmeye başlar. Tohumlar yavaş yavaş yeşerir ve serpilip boy atarak birer kuvveye dönüşürler. Hatta Allah göstermesin tam anlamıya Hak Teala'ya ve O'nun kaza ve kaderine kin güdülmeye başlanır. O zaman dizginler elden kaçar ve insan durumun kontrolünü tamamen kaybeder, zahir ve batını Hak Teala'ya düşmanlık rengine bürünür ve bu halde öte dünyaya göçüp ebedi azap ve zulmetlere duçar olur. Böyle bir durumdan Allah'a sığınırım. Şu halde, sabır gidince iman da gider denilmesi tamamen sahihtir.
O halde ey aziz! Bu husus çok önemli ve yol çok tehlikelidir. Canı gönülden çaba harca, musibetlere tahammül et ve nefsine kabul ettir ki sabırsızlık bizatihi büyük bir kabahat olmasının yanısıra o bela ve musibetlerin ortadan kalkmasına da hiçbir yarar sağlayamaz. Zayıf, kudretsiz ve güçsüz kullara kazayı ilahîden ve Hakkın etkin iradesinden şikayette bulunmanın hiçbir yararı yoktur.
Nitekim Kafi'de yeralan bir hadis-i şerifte de bu duruma işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır:
"Sema e dedi ki: "Ebu Hasan Kazım (as bana buyurdu ki: "Seni hacca gitmekten ne alıkoydu?" Dedim ki: "Canım sana feda olsun, büyük bir borcun altında kaldım ve malı mülküm elimden gitti, ama borcum giden malımdan da daha fazla. Eğer dostlarımızdan biri beni bu durumdan kurtar-masaydı ben kendi başıma kurtulamazdım." Bunun üzerine bana buyurdu ki: Eğer sabredersen sana gıpta edilecek bir hale gelirsin, ama eğer sabretmezsen, ister bundan razı ol ister olma, Allah yine kendi hükmünü yürütüp ne yapacaksa yapar." (*)
Şu halde demek ki sabırsızlığın hiçbir yararı yoktur,hatta çok korkunç zararları da vardır ve peşisıra imanı alıp götüren bir musibet de getirmektedir. Oysa sabır ve fedakarlık muazzam bir sevap ve ecir kazandırır. Nitekim yorumlamaya çalıştığımız hadis-i şerifin zeylinde şöyle buyurulmaktadır: "İşte sabır bu şekilde ardından hayrı getirir. Şu halde sabredin, sabırla donanın ki ecre ulaşasınız."
O halde bu alemde sabrın sonu hayırdır ve Hz. Yusuf un (as) hayatında da görüldüğü üzere sonucu hayır olan bir durumdur.
Kafi'de senedi Ebu Hamza'ya (rahimehullah) ulaşan bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
"Hz. Sadık (as) buyurdu ki: "Bir musibete duçar olup da ona sabreden bir mümine bin şehidin ecri vardır." (**)
Bu hususta daha pek çok hadis mevcuttur ki onlardan birkısmını sonraki bölümlerde zikredeceğiz. Şu kadarını belirtelim ki sabrın berzahta çok güzel bir suretinin olacağı delillerle sabit olmakla birlikte bu husus kimi hadis-i şeriflerde de zikredilmiştir. Nitekim Kafi'de senedi Hz. Sadık'a (as) ku-laşan bir hadiste şöyle denilmektedir:
(*) Kafi, c. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Kufr, Babu's-Sabr, lO.k hadis.
(**) Kafi, c. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Kufr, Babu's-Sabr, 17. hadis.
"Buyurdu ki: "Mü'min kişi kabre girdiğinde namazı sağında zekatı solunda, iyilikleri önünde durur ve sabrı da etrafını sarar. Ne zaman ki onu sorguya çekecek melekler gelir, Sabır, namaz, zekat ve iyiliklere der ki: "Dostunuzu koruyun. Eğer siz korumazsanız ben korurum onu." (*)
(*) Kafi, c. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Kufr, Babu's-Sabr, 8. hadis.
5. bölüm
Sabrın Derecelerine Dair
Bil ki, hadis-i şeriflerden anlaşıldığı üzere sabrın dereceleri vardır ve ecir ve sevabı da dereceleri gibi farklıdır. Nitekim Kafi'de senedi muttakilerin mevlası ve Mü'minlerin Emiri'ne (aleyhisselam) ulaşan şöyle bir hadis mevcuttur:
"Hz. Emir (Ali) (as) buyurdu ki: "Rasulullah (sallllahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "Sabır üç çeşittir: Musibete sabretmek, taatta sabretmek, masiyete sürüklenmemekte sabretmek. Musibete, musibet güzelliğe dönşünceye değin sabreden (yani güzel bir sabır ile musibetin şiddetini reddeden) kişiye Allah üç yüz derece yazar her bir dereceyle öbür derecenin arası, yerle göğün arası kadardır. Taatta sabreden kişiye de Allah altı yüz derece yazar ki her bir dereceyle öbür derecenin arası, yerin dibiyle arşın arası kadardır ve masiyete sürüklenmemekte sabreden kişiye de Allah dokuz yüz derece yazar ki her bir dereceyle öbür derecenin arası, yerin dibiyle arşın en üst noktası kadardır." (*)
Bu hadis-i şeriften, masiyete sürüklenmemekte sabretmenin sair sabır mertebelerinden daha faziletli olduğu anlaşılmaktadır. Hem dereceleri daha fazladır ve hem de dereceleri arasındaki mesafe daha çoktur. Ayrıca cennetin kapsamının da bizlerin tahmininden çok daha fazla olduğu görülmektedir.
Ve cennetin hudutlarına ilişkin "Genişliği göklerle yer arası kadar olan" (**) ayetinin de amel cennetine ilişkin olması icab eder. Ama bu hadiste yer alan hudutlarıyla cennet, ahlak cennetidir ve ahlak cennetinde ölçü, iradenin kuvvet ve kemalidir. Bu cenneti hiçbir sınırla sınırlandırmamak gerekir.
Kimileri buyurmuş ki, "Burada maksat yüksekliktir, o ayette ise genişlik sözkonusudur. Arada çelişki yoktur. Genişlikte birlik ama yükseklikte farklılık mümkün bir durumdur."
Ama bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü buradaki genişlikten maksat, uzunluğun karşıtı olan genişlik (yani "en") değil, boyutların genişliği (yani "mutlak anlamıyla genişlik) manasıdır. Zaten yerin ve göğün de öyle uzunluk ve genişliği yoktur. Her ne kadar terim olarak yerin "enlem" ve "boylam"ı varsa da, Kitabullah bu terimler doğrultusunda bir tanımla yapıyor değildir. Kafi"de senedi Hz. Sadık'a (as) ulaşan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Hz. Sadık (as) buyurdu ki: "Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Bir zaman gelecek ki egemenlik, öldürme ve cebrin dışında bir yolla, zinginlik, gasb ve cimrilik dışında bir yol-la, sevmek de dinden çıkma ve hevaya tabi olma dışında bir yolla elde edilemeyecek. Sizden o zamana ulaşıp da zengin olabilecek durumda iken yoksulluğa sabreden, halkın sevgisini kazanabilecek durumda iken onların öfke ve kinine sabreden ve izzet sahibi olabilecek durumda iken zelil sayılmaya sabreden kişiye Allah, beni tasdik eden elli sıddîkın sevabını bahşeder. " (*)
Ajoıca Hz. Emirul'l-Mü'minin'den (as) de bu muhtevada bir hadis rivayet edilmiştir. Yani bu konuda pek çok hadis vardır. Ama biz bu birkaç hadis-i şerifle yetiniyoruz.
(*) Kafi, c. 2., Kitabu'1-îman ve'1-Kufr, Babu's-Sabr, 133.
(**) Al-i İmran Suresi, 133.
6. bölüm
Ma'rifet Ehlinin Sabır Dereceleri Dair
Bil ki, bu makama kadar zikredilen şeyler halk genelinin ve orta düzeyde bulunanların hallerine ilişkindi. Nitekim bu bölümlerin başında da belirttiğim gibi sabır, orta düzeydeki-lerin makamı sayılmıştır. Ama sabrın, ehl-i sülük ve kemal ve evliyanın durumuna ilişkin dereceleri de vardır. Bu derecelerden biri munisleri ve hatta bizatihi kendini bile sevgili yolunda terketmektir ki bu ehl-i sülûkun makamıdır.
Bir diğer aşama da "sabr ma'allah"tır ki bu, ehl-i hu-zur'un ve Allah'ın cemalini müşahede edenlerin beşeriyet giysilerinden sıyrılıp fiil ve sıfat örtülerinden çıkarak ulaştıkları bir makamdır.
Diğer aşama ise "sabr anillah" tır ki bu ehl-i şuhuddan aşık ve müştakların kendi alemlerine dönüşleri ve yeniden kesret aleminde yaşamaya başlamaları durumunda sahip oldukları bir makamdır. Ve bu sabır derecelerinden en zoru ve en zahmetlisidir. Saliklerin mevlası, Kamillerin Öncüsü ve Mü'minlerin Emiri (Ali aleyhisselam) "Kümeyi Duası"nda bu mertebeye işaret buyurmuştur:
"Faraza sabrettim ama senden ayrı olmaya nasıl sabredeyim?"
"Rivayet olunduğuna göre muhiblerden bir genç Şiblî'ye sabır hakkında sorarak dedi ki:
- Hangi sabır daha şiddetlidir? Dedi ki: Sabrı lillah.
Dedi ki: Hayır
Dedi: Sabrı billah
Dedi ki: Hayır
Dedi: Sabrı Alallah
Dedi ki: Hayır
Dedi: Sabrı Fillah
Dedi ki: Hayır
Dedi: Sabrı Ma'allah
Dedi ki: Hayır
Dedi: Peki hangisidir öyleyse?
Dedi ki: Sabrı Anillah. Ve hayrete düşen Şiblî bayılarak yere düştü." (*)
Diğer bir derece de "sabr billah"iiT ki bu temkin ve istikamet ehli içindir. Allah'ın ahlakıyla ahlaklandıktan sonra bu mertebeye erişirler. Ama bizim bu mertebelerden herhangi bir nasibimiz ve hazzımız olmadığından sözü burada kesiyoruz.
"Ve'l-hamdu lillahi evvelen ve ahiren ve sallallahu ala muhammed ve âlihi't-tâhirin."
(*) Şerh Menazil es-Sairîn, Bab es-Sabr, s. 88.
"Sabrı anillah" Allah'tan uzak düşmeye sabretmektir ki aşıklar için cehennem azabından daha zordur. (Müt.)
Hazırlayan: ruhullah.com