Hz. sadık (a) şöyle buyuruyor: "Müslümanların yakininin sıhhati Allah'ın gazabı pahasına insanları razı etmemesi ve Allah'ın verdikleri üzere onları kmamamasıdır. Zira rızkı ne harisin hırsı getirir ve ne de istemeyenin istememesi o rızkı yok eder. Sizden birisi ölümden kaçtığı gibi rızkından kaçacak olsa yinede kendisine gelip çatan ölüm gibi rızkı kendisine gelip çatacaktır. Allah-u Teala adaletiyle ruh ve rahatlığı rıza ve yakinde karar kılmış, gam ve hüzünü ise şek ve ga-zabta karar kılmıştır." (Usul-i Kafi c/2 s/57 İman ve Küfür kitabı İkinci Hadis)
ŞERH
Biz konuyla ilgili açıklamaları birkaç fasıl zımmında beyan etmeye çalışacağız.
Fasıl
"Allah'ın verdikleri üzere onları kınamayınız" sözünün iki ihtimali vardır. Birinci ihtimal şudur ki insanlar kendisine birşey vermeyecek olursa onları kınamamalı ve şikayette bulunmamalıdır. Zira bu Allah'ın takdiratı ve kudreti altında olan birşeydir. Ve Allah-u Teala hakikatte o ihsanı kendisine takdir etmemiştir. Yakin ehli olan bir kimse bunun ilahi bir takdir ol. duğunu bilir. Dolayısıyla da hiç kimseyi kınamaz. Ve bu ihtimali muhakkak Feyz-i Kaşani beyan etmiştir. Mu-haddisi Meclisi de bu görüşü takviye etmiştir. Feyz-i Kaşa-ni'nin verdiği başka bir ihtimal şudur ki, "Allah'a Teala'nın insanlara verdiği şey sebebiyle insanları kınamamasıdır. Zira Allah-u Teala insanlara farklı şekilde ihsanlarda bulunmuştur ve dolayısıyla da bu hususta hiç kimseyi kınamama-lıdır." Nitekim bir rivayette şöyle yer almıştır: "Eğer insanlar Allah'ın kendilerini nasıl yarattığını bilseydi hiç kimse başka birini kınamazdı." Bu hususta Aileme Meclisi de şöyle buyuruyor: "Özellikle de rızkı, harisin hırsı getirmez." sözüne bakılacak olursa bu ihtimalin uzaklığı daha da iyi anlaşılır."
Yazara göre ise bu ikinci ihtimal birinci ihtimale göre daha münasibtir. Özelliklede mezkur sebebe bakılacak olursa bu dalıa da iyi anlaşılır. Zira insanları kınamak rızkın onların elinde olduğu takdirde sahihtir. Dolayısıyla insan bütün gücüyle çalıştığı takdirde rızkı elde etmeyecek olsaydı insanları kınama hakkı olurdu. Ama yakin ehli olan kimse rızkın Allah'ın takdirinde olduğunu ve hiçbir harisin hırsının rızkı celbedemediğini çok iyi bilir.
Fasıl
Bilmek gerekir ki birçok hadis ve ayetlerde rızkın mukadder ve taksim edilmiş ol duğu beyan edilmiştir. Ama bunun insanları ticarete, kesbe, geçimini kazanmaya teşvik eden hadislerle hiç bir aykırılığı ve munafatı yoktur. Hatta bunu terk etmeyi mekruh saymış ve terk edenleri kınamıştır ve rı-zık talebinden geri kalanların duasının kabul olmayacağı beyan buyrulmuştur. Dolayısıyla Allah-u Teala da böyle kimselere de rızık vermeyecektir. Bu hususta hadisler oldukça çoktur. Biz sadece bir kaçını zikretmekle yetiniyoruz.
Ravi şöyle diyor: "İmam Sadık (a) "Ömer bin Müslim ne yaptı? diye sordu. Ben kendisine, "fedan olayım ibadete yönelmiş ve ticareti terk etmiştir" diye cevap verdim. İmam şöyle-dedi: "Yazıklar olsun ona acaba rızkı talebi terk edenin, duasının müstecab olduğunu bilmiyor mu?" "Vemenyettekil-lah" ayeti nazil olduğunda ashabtan bir grub bütün kapıları yüzlerine kapatarak ibadete koyuldular ve dediler ki; "Allah rızıkımızı tekeffül etmiştir. Artık bu bize yeterlidir." Resulul-lah (s) bunu duyunca onları huzuruna çağırdı ve şöyle buyurdu: "Sizleri bu işe sevk eden nedir?" Ashab, "ya Resulullah (s) Allah'u Teala bizim rızkımızı tekeffül etmiştir ve bizde ibadete yöneldik." Resulullah (s) şöyle buyurdu: "Böyle yapan kimsenin asla duası kabul olmaz. Siz rızkınızı taleb ediniz."
Bu hadislerin arasını cem etmenin yolu budur ki, taleb ettikten sonra da rızıklar ve bütün işler Allah'ın kudreti altındadır. Yoksa bizim talebimizin rızkın celbinde herhangi bir bağımsızlık ve istiklali yoktur. Aksine rızık talebi için çalışmak onun görevlerinden biridir. Ama işlerin tertibi, zahiri ve gayri zahiri nedenlerin bir araya getirilmesi kulların ihtiyarlarının dışında olup, Allah-u Teala'nın takdiriyledir. Dolayısıyla sahih bir yakine sahip olan insan talebten geri kalmamasına ve bütün akli ve serî görevleriyle amel etmesine rağmen bütün herşeyin Allah'u Teala'nın emri altında olduğuna vücud ve kemalatta da Allah'tan gayri hiç bir varlığın etkisinin olmadığına inanır. Hem talib, hem taleb ve hem de met-lub Allah'tır. Dolayısıyla da yakin sahibi olan bir insan Allah'ın diğer kullarına verdiği rızık sebebiyle onları kınamaz. Zira bu onların elinde olan bir şey değildir. Aksine rızkı taleb etmeyenleri kınamak, daha da yerinde olan bir şeydir. Zira bu onları taleb etmeye zorlamaktadır. Nitekim hadis-i şeriflerde de bunun benzerleri vardır.
Bilcümle bu cebr ve tefvizin bir babıdır ki bu hususta tahkik eden kimse konunun özünü kavrayabilir. Dolayısıyla bu hususta tafsili bir açıklama görevimiz dışında kalmaktadır.
Fasıl
Yakinin Sıhhatinin Alametleri Beyanında
Bu hadiste yakinin sıhhat ve selametinin iki alameti zikredilmiştir. Birincisi sahih bir yakıni olan insan Allah-u Teala'nın gazabını kazanarak insanları razı etmeye çalışmaz ve ikincisi de insanları Allah'ın kendilerine verdiği şeyler sebebiyle kınamaz. Bu iki sıfat yakinin kentalinin semerelerin-dendir. Nitekim, bunların karşısında yer alan sıfatlar da yakinin zayıflığı ve imanın hastalığından kaynaklanmaktadır. Ve biz bu kitapta iman ve yakin ile semereleri hususunda yeterli açıklamalarda bulunduk. Şimdi de özet olarak bu iki sıfatın nasıl yakinin sıhhat ve selametine ve bunların karşısında yer alan sıfatların da imanın zayıflığı ve hastalığına delalet ettiğini beyan etmeye çalışacağız.
Bilmek gerekir ki, insanların rıza ve hoşnutluğunu arayan ve insanların kalbine teveccüh eden insan hakikatte onların işlerinde bir etkisinin olduğuna inanmaktadır. Örneğin; Parayı seven ve malın aşığı olan insan servet sahibi kimselerin karşısında eğilir ve tevazu gösterir. Onlara yaltaklanır. Riyaset ve sureti ihtiramlara aşık olan insan da müritlerinin kalbini ne pahasına olursa olsun kendine celb etmeye çalışır. Ve bu bir kısır döngüdür. Alttakiler üsttekilere, riyaset talipleri ise kendisinin altındakilere yaltaklanır. Elbette bazı insanlar vardır ki, her iki tarafta da nefsani riyazet vasıtasıyla kendilerini terbiye etmişlerdir ve sadece Allah'ın rızasını taleb ederler. Dolayısıyla dünya ve süsüne yönelmez ve riyaset hususunda da Allah'u Teala'nın rızasını taleb eder. Hakeza, riyasete sahib olmadıkları zaman da Hakkı ister ve Hakk'ı ararlar.
İnsanların İki Kısım Olduğu Beyanında
Bilcümle insanlar dünyada iki kısımdır. Bir grubu yakin-leri vasıtasıyla tüm zahiri sebebleri, sûrî etkileri, Allah'u Te ala'nın kâmil ve ezeli iradesi altında görecek bir. makama ermislerdir ve Allah'tan başka hiç bir şeyi görmüyor ve istemiyorlar. Dünya ve ahirette yegane malik ve müessirin Allah olduğuna iman etmişlerdir. Kur'an'm ayetlerinden birine gerçek bir şekilde iman etmişlerdir. Hiç bir şek, tertid ve noksanlığın olmadığı bir şekilde yakin etmişlerdir. Bu ayet-i şerife şudur: "Allah (c.c'u mülkün sahibidir. Mülkü istediğine verir ve istediğinden de mülkü alır." (Ali İmran/26) Yani bunlar Allah'ın mülkün sahibi olduğunu ve bütün ihsanların Allah-u Teala'dan olduğunu kabul ediyorlar.
Vücudun kemalinin verilip alınmasının Allah'u Telala'dan olduğuna inanmaktadırlar. Bunun alemlerin tertibi ve maslahatları üzere olduğuna inanırlar. Elbette böyle şahısların yüzüne bir takım marifet kapıları açılır ve kalpleri ilahi olur. İnsanların rızayet veya gazabını bir hiç görürler. Allah'ın rızasından başka hiç bir şey taleb etmezler. Allah'tan başkasına taleb ve tamah gözüyle bakmazlar, kalp ve hal lisanı şu sözü terennüm eder: "İlahi eğer sen bize ihsan edecek olursan bunu kim önleyebilir ve eğer Sen bizi mahrum kılacak olursan kim bize ihsan edebilir.
Dolayısıylada insanlardan ve onların ihsanlarından ve dünyasından yüz çevirir ve Allah'a niyaz ellerini uzatırlar. Ve böyle şahıslar Allah'ın gazabı karşısında bütün mevcudatın rızasına bile kani olmazlar ve Hz. Ali (a)'m buyurduğu makama ererler. Bütün varlıkları bir hiç gördüğü ve bütün mevcudatı fakir ve Allah'a muhtaç gördüğü halde Allah'ın kullarına da Rahmet, azamet ve Ütüfet gözüyle bakar. Hiç kimseyi salahı ve terbiyesi için olmadıkça kınamazlar. Nitekim Nebiler de böyleydi. Zira onlar Allah'ın kullarını hakkın bağlıları ve celal ve cemalinin mazharlan görüyorlar ve onun yarattıklarına lütuf ve muhabbet gözüyle bakıyorlar. Hiç kimseyi bir eksikliği dolayısıyla kınamazlar.
Ama bazen umumun maslahatı ve insanlık ailesinin ıslahı için bazı kimseleri kınıyorlardı ve bu, yakin iman ve ilahi hu-dudlara olan marifet ağacının semerelerinden idi.
İkinci kısım insanlar ise Allah'tan habersiz veya haberleri olsa da nakıs haberleri olan veya imanları tam olmayan kimselerdir. Dolayısıyla da kesrete ve zahiri sebeblere teveccüh ettiğinden, sebeblerin sebebinden gaflet etmiş ve mahlukun rızayetini taleb etmektedirler. Bazen öyle bir hale gelebilmektedirler ki, oldukça zayıf bir kulun rızayetini celb etmekte ama buna karşılık Allah-u Teala'nın gazabını kazanmaktadırlar. Dolayısıyla günah ehli ile muvafakat eder. Ya iyilik emretmeyi, kötülükten sakındırmayı terk eder, ya batıl bir fetva verir. Ya yersiz tasdik ve tekzibde bulunur. Ya mü'mi-nin gıybetini eder. Veya dünya ehlinin nazarını celb etmek için mü'minlere iftirada bulunur. Bütün bunlar imanın zayıf-lığmdandır. Belki şirkin bir mertebesidir. Böyle bir nazar insanı birisi bu hadiste buyrulan birçok helak edicilere nıubte-la kılar. Böyle bir şahıs Allah'ın kullarına su-i zanda bulunur. Düşmanlık eder ve onlan kınar. İşlerinde onları eleştirir.
Fasıl
Eşâire ve Me'tezilenin Kelamının Nakli İle Hak Olan Mezhebe İşaret
Meclisi (Rahmetullah-i aleyh) Mi'ratul Ukul adlı kitabında mezkur hadisin şerhinde Allah-u Teala tarafından taksim edilmiş olan rızkın haram olan nzıklara da şamil olup olmadığı hakkında uzunca bir bahiste bulunmuştur. Ve Fahr-u Razi'nin tefsirinden eş'ariye ile mutezilenin ihtilafını naklet-miştir. Her iki tarafında delillerini beyan etmiştir. Ardından imamiyenin de mu'tezile gibi Allah'ın taksim ettiği rızkın harama şamil olmadığını, sadece helale ait olduğunu beyan etmiştir. Mu'tezile bazı ayet ve rivayetlerin zahirine dayanmakta ve rızk lügatinin zahirini şahit olarak göstermektedir. Dolayısıyla muhaddis Meclisi İmamiye'nin de mu'tezile gibi düşündüğünü kabul ederek onların delilleriyle istidlalde bulunmuştur. Ama bilmek gerekirki bu da cebr ve tefvizin bir şubesidir. İmamiye mezhebi de mu'tezile ile bu konuda muvafakat içerisinde değildir.
Hatta mu'tezilenin sözü eşarinin sözünden daha değersiz ve düşüktür. Dolayısıyla imamiye mutekellimlerinden mu'tezilenin görüşlerine meyi edenlerden bazısı hakikatten gaflet etmişlerdir. Nitekim daha öncede buna işaret edildi. Cebr ve tefviz meselesi her iki tarafın alimlerinin ekserisinin dilinde oldukça mücmel ve kapalı bir surette yer almış ve niza mahalli sahih bir mizan ile mutabakat içinde bulunmamıştır. Dolayısıyla da bu meselenin cebr ve tefviz meselesiyle ilgisi genellikle bilinmemektedir. Halbuki bu mesele cebr ve tefvizin en önemli şubelerinden biridir.
Eşari helal ve haram rızkın da taksim edildiğine inanmış ve dolayısıyla cebre inanmıştır. Mu'tezile ise haram rızkın taksim edilmediğini söyleyerek tefvize kail olmuştur. Dolayısıyla her ikiside batıldır. Ve mahallinde bunun fesadı beyan edilmiştir. Biz mukarrar ve muberhem usuller hasebiyle helal ve haramın Allah'u Teala tarafından taksim edildiğine inanıyoruz. Nitekim günahları da ilahi kaza ve takdirle biliyoruz. Ama bu cebir ve fesada da sebeb olmamaktadır. Lakin biz burhan ikamesi için yeterli olmayan bu kitapımızda, ehlide olmadığımızdan ilmi meseleleri bahsetmeyeceğimizi şart koşmuştuk. Bu yüzden bu kadarıyla yetiniyoruz. Hidayete erdirici olan Allah'tır.
Merhum mahaddis Meclisi bu hadisin şerhinde bir şeyden daha bahsetmiştir. O da şudur ki, acaba kulların rızkı Allah u Teala'ya mutlak bir şekilde mi farzdır yoksa onları kesb ve say'i suretinde mi? Ve bu konu mutekellimlerin usûlleri, bürhani ölçüler ve yakini kurallar ile de uyum içindedir. Ama bu bahis için başka bir yol takib etmek gerekir. Yinede diyoruz ki bu gibi hususlarda tam bir faydası olmadığından kelamı terk etmek daha evladır. Biz daha öncede işaret ettik ki, nzıklarm taksiminin ilahi kaza ve takdirle olmasının insanın çalışmasıyla hiç bir münafatı yoktur.
Fasıl
Allah'u Teala ruh ve rahatlığı yakinde ve rızada; hüzün ve üzüntüyü ise şek ve gazabta karar kılmıştır. Ve adaletin gereği de budur. Hadisi şerifte bulunan ruh ve rahatlık ile üzüntü ve gam rızkın takdir ve taksimi bahsinde yer aldığından dolayı dünyevi işler, rızık tahsili ve talebi ile ilgilidir. Gerçi bir beyana göre bu taksim uhrevi işlerde de sahihtir. Ve biz şu anda bu hadisi beyan etmek istiyoruz. Hakka ve takdiratına yakini olan ve mutlak kadirin işlerine güvenen bir insan inanır ki, Allah-u Teala'nm bütün işleri maslahat üzeredir. Ve Allah'u Teala kâmil ve mutlak bir rahmet sahibidir. Bilcümle mutlak rahim ve mutlak cevad'dır. Elbette bu yakin insana tüm zorluklarını kolaylaştırır. Bütün musibetlerini kolay hale getirir. Dolayısıyla da onun rızık talebiyle de dünya ehli şirk ve şek ehli olan kimselerin rızık talebi arasında oldukça büyük farklar vardır. Zahiri sebeblere iti-mad eden insan sürekli onların tahsilinde muzdarib ve mute-zelzil haldedir. Eğer bir darbe yiyecek olursa bu ona çok ağır gelir. Zira bunun gaybî maslahatları olduğuna inanmaz.
Bilcümle bu dünyayı elde etmeyi kendi saadeti olarak değerlendiren insan bunu tahsil etmekte bir çok acılara ve zorluklara katlanır. Bütün gayretini bu yolda sarf eder. Nitekim gördüğümüz gibi dünya ehli sürekli bir zorluk içindedir. Ve kalb ve cismi asla rahatlık görmez. Dolayısıyla da dünya ve süslerini kaybettiği takdirde büyük ve sonsuz hüzne kapılırlar. Eğer bir musibete uğrasalar bütün güçlerini kaybeder ve olaylar karşısında sabırları kalmaz. Bunların tek sebebi ilahi kaza ve kader hususunda mutezelzil olmaları ve ilahi adalete iti-mad etmemeleridir. Bütün bunlar da onun semerelerinden-dir ve biz daha önce bu zeminde bir takım açıklamalar yaptık. Dolayısıyla tekrardan kaçınıyoruz.
Ama yakin ve rıza ile şek ve gazabın eserlerinin tertibi Allah-u Teala'nm takdiriyledir. Ve bu takdir ve kararlaştırma adil bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Bu konuyu bilmek için evvela cebir söz konusu edilmeden Allah'u Teala'nm tüm vücud mertebelerindeki failiyetinin nüfuzunun beyanatına ve vücud aleminin kamil bir nizam olduğunu izaha gerek duyulmaktadır. Konu uzayacağından ve burası da yeri olmadığından bu kadarıyla yetiniyoruz. Başta da sonda da hamd Allah (c.c.)'a mahsustur.
Hazırlayan: ruhullah.com