"İbn-i Ammar İmam Sadık(a)'ın şöyle buyurduğunu işittiğini söylüyor: "Resulullah (s) Ali (a)'e şöyle vasiyet etmiştir: "Ey Ali, sana bir takım hasletleri taşıyıp korumanı tavsiye ediyorum. (Allah'ım sen de ona yardımcı ol.) Birincisi doğruluktur. Senden asla yalan (bir söz) çıkmasın. İkincisi (kötülerden) sakınmaktır. Hiç kimseye hiyanet etme. Üçüncüsü Allah'tan onu görüyormuşçasına çok ağlamandır. Her gözyaşı damlası için senin için bin ev yapılır. Beşincisi malını ve kanını dinin yolunda feda etmektir. Altıncısı namaz, oruç ve sadakamda benim sünnetimi takib etmektir. Ama namazım elli rekattır. Oruç ise her ayda üç gündür. İlk perşembe, ortasındaki çarşamba ve sondaki perşembe günü oruç tutulur." Ama sadaka israf etmediğin halde, israf ettim diyeceğin kadar gücün yettiğince sadaka vermelisin. Gece namazını mutlaka kıl, gece namazını mutlaka kıl, gece namazını mutlaka kıl. Öğle namazına dikkat et, öğle namazına dikkat et, öğle namazına dikkat et. Her halinde Kur'an oku. Namazda elini uzat ve ters çevir. Her abdest aldığında dişlerini misvak et. Güzel ahlakla ahlaklan ve kötü ahlaktan sakın. Böyle yapmazsan o halde sadece kendini kınamalısın." (Rezvet-u Kafi s/79 33. Hadis)
ŞERH
Bu hadisle ilgili meseleleri bir mukaddime ve birkaç fasıl zımnında beyan etmeye çalışacağız inşaallah.
Mukaddime
Bu hadis-i şerifte bir çok açıdan malum olmaktadır ki Re-sulullah'ın (s) Ali'ye (a) buyurduğu bu vasiyeti kendi nazarında oldukça büyük bir öneme sahipti.. Resulullah (s) eda ettiğini bildiği halde sadece seri hududlarda ve ilahi emirlerde müsamaha edilmesin diye Hz. Ali'ye (a) bunları tavsiye etmiştir. Resulullah (s) gözünde önemli olan bir şeyin ehemmiyetini göstermek için o şeyle amel eden birine dahi tavsiyede bulunurdu.
Bu tavsiyelerin "kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" kabilinden bir tavsiye olması uzak bir ihtimaldir. Zira hadis-i şerifin siyakından da anlaşıldığı gibi Resulullah (s) bizzat Hz. Ali'ye teveccüh etmiş ve müstakil bir gözle kendisine hitab etmiştir. Nitekim "... Hasletleri taşıyıp korumanı tavsiye ediyorum." cümlesi ile "Allah'ım sen de ona yardımcı ol" duası da buna tanıklık etmektedir. Bu tavsiyeler imamlar (a) arasında da oldukça yaygın idi. Hepsinden de bu tavsiyelerin muhatabının bizzat imamın kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Ali (a), oğullan Hz. Hasan ve Hüseyin'e (a) yaptığı vasiyetinde şöyle buyurmaktadır: Bu ikinize ve Ehl-i Beytime olan vasiyetimdir." Buradan da Hz. Ali'nin muhatabının sadece oğulları Hz. Hasan ve Hüseyin (a) olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla bu tavsiyede konunun ehemmiyetini ve birbirlerine olan şiddetli ilgisini göstermektedir. Velhasıl muhatabın Hz. Ali (a) olması konunun önemini göstermektedir.
Ayrıca Hz. Ali (a) Resulullah (s)'m vasiyetinden inhiraf ve gevşeklik gösteren birisi olmadığı halde tavsiyelerini birçok tekidlerle eda etmiştir.
"Sana vasiyet ediyorum" dedikten sonra vasiyetinin önemini belirtmek için "Bunları benden taşıyıp korumanı tavsiye ediyorum." demiştir. Daha sonra da Hz. Ali'nin bu önemli şeyleri eda etmesini can-u gönülden istediği için Allah'ın kendisine yardımcı olması için dua etti.
Bu cümlelerin her birinde tekid için kullanılan "nun harfi", tekrar vb tekid edatlarını zikre gerek görmüyoruz.
O halde malum oldu ki bu konular oldukça önemli konulardandır. Hakeza bu işlerin hiç birinde hazret için bir faydanın olmadığı da malumdur. Aksine maksad sadece muhatabına fayda vermektir. Gerçi asaleten muhatab Hz. Ali'dir, ama umumi teklifler ortak olduğundan gücümüz oranında Resulullah (s)'ın vasiyetiyle amel etmeliyiz. Resulullah (s)'in Hz. Ali (a)'a olan şiddetli ilgisi bu konuların faydasının çok ve önemli olmasını iktiza etmektedir, ki bu tarzda beyan etmiştir. Yine de Allah bilir.
Fasıl
Yalanın Fesatlarının Beyanında
Resulullah (s)'ın vasiyetlerinden birisi doğru olmak ve yalandan sakınmak idi. İlk etapta bunu söylemesi de mübarek nazarında diğer konulardan daha büyük önem arzetmesin-dendir. Dolayısıyla biz de yalanın fesatlarını doğruluğun maslahatından önceye aldık. Yalan rezilesi akıl ve naklin kötü olduğunda ittifak ettikleri bir sıfattır. Yalan haddi zatında büyük günahlardan ve fesatlardan biridir. Nitekim bu hususa delalet eden bir takım rivayetler de vardır. Üstelik bu sıfattan çirkinlik ve fesadı daha çok olan bir takım rezaletler de vücuda gelmektedir. Bazan insanın ortaya çıkan bir yalanı itibariyle ömrünün sonuna kadar itibarını kaybettiği ve halkın gözünden düştüğü görülmüştür. Allah korusun insan yalancılıkla meşhur hale gelirse artık kendisi için şahsiyet diye birşey kalmaz. Ayrıca dini fesatları ve uhrevi cezaları da oldukça fazladır. Bu babda birkaç hadis-i şerif nakli ile iktifa ediyor ve konu açık bir şey olduğundan sözü uzatmıyoruz.
Hz. Bakır (a) şöyle buyurmuştur: "Allah-u Teala şer için bir takım kilitler karar kılmıştır. Bu kilitlerin anahtarı ise şaraptır. Yalan ise şaraptan daha kötüdür." (Usul-i Kafi c.2 s. 339 Kitab-u İman ve Küfür)
Şimdi Ehl-i Beyt imamından sadır olan bu hadis-i şerif üzerinde bizzat tefekkür et. Ümmet alimlerinin kaynağı olan ve tüm alimlerce kabul gören bir kitapta yer almıştır. Acaba artık hiç bir mazeretimiz olabilir mi? Yalan hakkındaki bu müsamahamız Ehl-i Beytin rivayetlerine olan zayıf imanımızdan kaynaklanmıyor mu? Bizler amellerin gaybi suretlerini bilmiyoruz, mülk ve melekutun manevi ilişkilerine vakıf değiliz. Bu yüzden böylesi rivayetlerden kaçmıyor ve örneğin bu ve benzeri rivayetleri mübalağa olarak nitelendiriyoruz. Bu da imanın zayıflığı ve cehaletten kaynaklanan batıl bir yoldur. Bu hadis-i şerifi mübalağa olarak değerlendirsek bile bu yersiz bir mübalağa mıdır? Acaba herşeyin şaraptan daha kötü olduğu söylenebilir mi? En azından çok kötü bir şey olmalı değil mi ki, onun şaraptan daha kötü olduğu hususunda mübalağa edilebilsin?
Hz. Bakır (a) şöyle buyuruyor: 'Yalancılık iman bozukluğudur." (Usul-i Kafi c.2 s.339)
Gerçekten de böylesi rivayetler insanın kalbini titretiyor ve belini kırıyor. Öyle sanıyorum ki yalan yaygın bir şey olduğundan çirkinliği ortadan kalkmış olan ameli bir fesattır. Ama bir an gelecek uyanacağız ki ahiret alemi hayatının sermayesi olan imanımız bu helak edici haslet sebebiyle haberimiz bile olmadan yok olup gittiğini göreceğiz.
İmam Rıza (a) şöyle buyurmuştur:" Resulullah (s)'e "Acaba mümin korkak olabilir mi?" diye soruldu "Evet" diye ce-vab verdi. Cimri olabilir mi?" diye soruldu yine "Evet" diye cevab verdi. "Yalancı olabilir mi?" diye soruldu "Hayır" diye cevap verdi."
Şeyh Seduk şöyle naklediyor ki " Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Faizlerin faizi yalandır." Yani yalan faizden daha kötüdür. Halbuki faiz hakkında o kadar şiddetli emirler vardır ki insanı hayrete düşürmektedir.
Ayrıca bilmek gerekir ki şaka ve mizah yoluyla söylenen yalanlar da hadislerde tekzib edilmiş şiddetle reddedilmiş, alimler de bunun haram olduğunu söylemişlerdir. Vesail kitabının müellifi de "istisna edilenler dışında ciddi veya şaka büyük veya küçük her türlü yalanın haram olduğu babı" diye bir bab ayırmış ve yalanın her haliyle haram olduğuna hükmetmiştir. Kafi'de yer aldığı üzere Hz. Bakır (a) şöyle buyurmuştur: "Ali b. Hüseyin (a) oğullarına şöyle buyuruyordu: "Konuşmalarınızda küçük-büyük ciddi veya şaka tüm yalanlardan sakının. Zira insan küçük şeylerde yalan atarsa büyük şeylerde de yalan atmaya cüret kazanır. Resulullah (s)'ın şöyle buyurduğunu bilmiyor musunuz: "Allah'ın kulu doğruluktan ayrılmazsa Allah onu "sıddık" olarak yazar, ama yalancılık yoluna koyulursa Allah o zaman da kulunu "kez-zab" olarak yazar."
Kafi'de yer alan bir rivayette ise Hz. Ali (a) şöyle buyuruyor: "Ciddi veya şaka yalanı terketmeyen kimse imanın tadını alamaz." (Usul-i Kafi c.2 s. 105 Kitab-u İman ve Küfür)
Resulullah (s) Ebu Zer'e yaptığı tavsiyesinde şöyle buyurmaktadır: "Ey Ebu Zer insanları güldürmek için yalan söyleyen kimseye yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun." (Vesail c.8 s.577 Kitab'ul Hacc)
Resulullah (s) ve Ehl-i Beytin bütün rivayet ve te'kidleri-ne rağmen insanın bu böyük günaha düşmesi için oldukça cüret ve şekavet sahibi olması gerekir. Zira yalan oldukça önemli fesatlardan biri sayılmış doğruluk ise en önemli iyiliklerden biri addedilmiştir. Ehl-i Beyt rivayetlerinde doğruluk açıkça medhedilmiştir ki biz bunlardan bazısına işaret edeceğiz:
İmam Sadık (a) şöyle buyuruyor: "İnsanları dilinizden gayrisiyle (amellerinizle) iyiliğe çağırınız ki sizlerde hayır işlerinde ciddiyet, doğruluk ve takvayı görsünler."
Seduk ise Resulullah'm şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kıyamet gününde bana en yakın ve şefaati gerekli olanınız konuşurken doğru konuşanınız emanete riayet edeniniz güzel ahlaklı olanınız ve insanlara en yakın olanınızdır." (Bihar c.66 s. 381)
Fasıl
Ver'a'nın Hakikati ve Mertebeleri Beyanında
Ver'a saliklerin ve seyir ehlinin menzillerinden biri sayılmıştır. Hace Abdullah Ensari ver'a hakkında şöyle diyor: "Ver'a nefsini tam ve kamil bir şekilde korumak ve aynı zamanda sürçmekten korkmaktır veya Hakk'a tazim için nefsi zorlamaktır." Ve bu tüm mertebelerini kapsar. Zira ver'anm birçok mertebeleri vardır. Nitekim normal insanların var'ası büyük günahlardan ictinab etmektir. Hassenin (has insanların) ver'ası günaha düşmek korkusuyla şüpheli şeylerden bile ictinab etmektir. Nitekim hadis-i şerifte de buna işaret edilmiştir. Zühd ehlinin ver'ası ise yükünden kurtulmak için mubahlardan kaçınmaktır. Sülük ehlinin ver'ası ise makamlara vusul için dünyaya nazar eylemeyi terketmektir. Mec-zub olanların ver'ası ise babullahı fethetmek ve cemalullahı müşahade etmek için makamları terketmektir. Evliyanın ver'ası ise gayet ve hedeflere teveccühten ictinab etmektir.
Bunlardan her birinin bir de şerhi vardır ki halimize faydalı olmayacağından geçiyoruz. Bu makamda bilinmesi gereken şudur ki Allah'ın haramlarından ver'alı olmak (sakınmak) tüm manevi kemallerin ve uhrevi makamların temelidir. Hiç kimse için Allah'ın haramlarından sakınmadıkça hiç bir makam hasıl olmaz. Ver'a sahibi olmayan bir kalbi ise öyle bir bulanıklık ve pas kaplar ki artık kurtuluşa ermesi de ümid edilmez bir hale gelir. Nefislerin cila ve sefası ver'a sayesindedir. Bu makam sıradan insanlar için en önemli menzildir. Ahiret yolunun yolcusu için bu makamı tahsil etmek en önemli hususlardan biridir.
Fazileti hakkında Ehl-i Beyt-i ismetten menkul olan hadisler de bu sayfalara sığamayacak kadar çoktur. Biz bu hususta bir kaçını rivayet ediyor ve daha fazlasını okumak isteyenleri hadis kitaplarına irca ediyoruz.
Hz. Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Seni Allah'tan sakınmaya, ver'a ve ibadetlerde ciddiyet sahibi olmaya davet ediyorum. Bilki ver'a olmadıktan sonra ibadetlerde ciddiyetin de hiç bir faydası yoktur.
Bu hususta birçok rivayet vardır. Buradan da anlaşıldığı gibi ver'a olmadan hiç bir ibadetin itibarı yoktur. Ayrıca malumdur ki yapmakta olduğumuz ibadetlerin nefsin inkiyadı ve irtiyazı ile mülk ve tabiata melekut aleminin galebesi olan en büyük nüktesi de şiddetli bir ver'a ve kamil bir takva olmaksızın hasıl olamaz. Allah'a isyana mübtela olan nefislerde hiç bir resim yer almaz ve resim yapılamaz. O halde nefsin kemal sureti olan ibadetin nefis günah bulanıklığından kurtulmadıkça hiç bir faydası yoktur ve manasız bir suret ile ruhsuz bir kalıb mesabesindedir.
Ravi şöyle diyor: "İmam Sadık(a) bana nasihat etti bir takım emirlerde bulundu zühde davet etti ve daha sonra şöyle buyurdu: "Ver'a sahibi olun. Zira insan sadece ver'a sayesinde Allah indinde olanlara nail olabilir." O halde bu hadisi-i şerif hasebiyle ver'a sahibi olmayan insan Allah'ın kullarına vadettiği kerametlerden mahrumdur ve en büyük şekavet ve mahrumiyetlerden sayılmaktadır.
Vesail'de yer alan bir hadis-i şerifte İmam Bakır şöyle buyuruyor: "Sadece amel ve ver'a sayesinde bizim velayetimize erişilir."
Başka bir rivayette Hz. Sadık (a) şöyle buyruyor: "Yüz bin kişilik cemiyeti olan bir şehirde kendisinden daha takvah bir kimse olursa (o takvası az olan) bizim şiilerimizden (taraftarlarımızdan) değildir." (Vesail c.ll s. 195)
Bilmek gerekir ki rivayetler hasebiyle ver'anın kemal mizam Allah'ın haramlarından sakınmaktır. İlahi haramlardan sakınan kimse halkın en ver'alı olanıdır. 0 halde şeytan bu işi gözünde büyütmemelidir. Seni ümitsiz kılmamalıdır. Zira o melun, insanı ümitsizliğe düşürerek ebedi şekavete düşürmeye adet etmiştir. Mesela bu babda şöyle der: "Nasıl olur da yüzbin kişilik nüfusu olan bir yerde en takvalı sen olabilirsin. "Bu o melunun hilelerinden ve nefs-i emmarenin vesve-selerindendir. Bunun cevabı şudur ki insan ilahi haramlardan sakınırsa bu rivayetin kapsamına girer. İlahi haramlardan sakınmak oldukça zor bir şey değildir. İnsan cüzi bir nefis riyazeti ve teşebbüs sayesinde tüm günahlardan el çekebilir. Elbette insan saadet ve kurtuluş ehli olmak Ehl-i Beyt'in velayeti altına girmek ve Hakk Teala'nın kerametlerine maz-har olmak istiyorsa bunu yapmalıdır. Bu ölçüde günahlardan sakınamıyorsa hiç bir şey olmaz. Bir yere kadar tahammül, riyazet ve diretmek gerekir.
Tatmim
Hiyanetin Fesatları ve Emanetin Hakikati Beyanında
Bu makamda işaret edilmesi gereken bir nükte vardır. O da şudur ki Resulullah (s) ver'a hususunda tavsiyede bulu-duktan sonra hiyanete cüret etmemeyi öğütlemiştir. Halbuki ver'a, mutlak günahlarla veya daha geneliyle ilgili bir şeydir. O halde hiyaneti örfi manasından daha genel bir manada açıklamak gerekir ki ver'a ile mutabık olsun. O da şudur ki mutlak günahı veya ilallah seyrine engel olan bir şeyi işlemeyi hiyanet olarak tavsif etmek gerekir. Zira ilahi teklifler Hakk'm emanetleridir. Nitekim bazı müfessirler "Emaneti göklere ve yere arzettik" ayetindeki emanetin ilahi teklifler olduğunu söylemiştir. Belki tüm organ ve kuvveler Hakk'ın emaneti sayılır. Bunları da Hakk'ın rızası dışında bir yerde sarfetmek hiyanet sayılır ve kalben Allah'tan gayrisine teveccüh etmek de bu hiyanetler cümlesindendir. "Dostun Hafız'a ısmarladığı emanet olan canı Bir gün yüzünü göreyim de ona teslim edeyim." Veya hiyanetten maksad bilinen manadır. Ama oldukça önemli olduğu için tahsisen zikredilmiştir. Adeta veranın tüm hakikati emanete hiyanetten ictinab etmektir. Masumların rivayetlerini inceleyen bir kimse Allah'ın bu hususa ne kadar önem verdiğini çok iyi bilir. Ayrıca bunun zati çirkinliği de herkesçe bilinen bir şeydir. Dolayısıyla haini insanlık zümresinden atmak gerekir. Onu şeytanların en rezili saymak iktiza eder. Halk arasında hiyanet ve aldatıcılıkla meşhur olan kimseye de bu dünya hayatı zor ve tatsız gelir.
İnsan türü dünyada yardımlaşma sayesinde rahat bir hayat yaşayabilir. Ferdi hayat insanlık toplumundan çıkıp vahşi hayvanlara katılmadığı müddetçe hiç kimse için müyesser değildir. sosyal hayat insanların birbirine itimadı sayesinde idare olur ve eğer insanoğlundan itimad alınacak olursa asla rahat bir hayat yaşayamaz. İtimadın büyük asıl temeli ise emanete riayet etmek ve hiyanetten kaçınmak üzere bina edilmiştir. O halde hain güvenilir.bir kimse değildir ve insanlık toplumundan dışarı çıkmıştır. Medine-i Fazile'ye üyelikten çıkmıştır. Şüphesiz ki böyle bir kimse zor bir hayat yaşar. biz bu babda daha fazla faydalanmak için Ehl-i Beyt'ten birkaç hadis naklediyoruz ve gönlü ve gözü açık olanlar için bu yeterlidir.
Hz. Sadık (a) şöyle buyuruyor:"İnsanın rüku ve sücudunun uzunluğuna bakmayın. Zira bu onun adet ettiği bir şeydir. dolayısıyla terkederse dehşete kapılır ondan. Ama onun doğru sözlü olmasına ve emanete riayet etmesine bakınız." (Usul-iKafıc.2s.l05)
Ravi şöyle diyor: "Hz. Sadık (A)'a "İbn-i Ebi Ya'fur sizlere selam gönderdi." dedim. İmam şöyle buyurdu: sana ve ona selam olsun. Yanına varınca ona selamımı söyle ve ona de ki Cafer b. Muhammed (İmam Sadık) sana şöyle diyor: "Hz. Ali'yi Resulullah nezdinde yücelten şeyin ne olduğuna bak ve sen de onunla amel et. Şüphesiz ki Hz. Ali doğru sözlü olduğu ve emanete riayet ettiği için Resulullah indinde o yüce makama erişti." (Usul-i Kafi c.2 s. 104)
Ey aziz bu hadis-i şerif üzerinde biraz tefekkür et. Doğru sözlü olmak ve emanete riayet etmek ne kadar da önemlidir ki Hz. Ali'yi (a) o yüce makama ulaştırdı. Buradan da anlaşıldığı gibi Resulullah bu iki sıfatı her şeydan daha çok seviyordu. Hz. Ali'nin onca kemal sıfatları arasında sadece bu iki sıfatı onu bu yüce makama ulaştırmıştır. İmam Sadık (a) da bütün fiil ve vasıflar arasında gözünde çok önemli olan bu iki sıfatı dostu İbn-i Ebi Ya'fur'a tavsiye etmiştir.
Ebu Zer Resulullah (s)'m şöyle buyurduğunu naklediyor: "Sıla-i rahim ve emanet kıyamette sıratın iki yanında dururlar. Sıla-i rahim eden ve emanete riayet eden birisi sırattan geçer ve cennete girer. Ama sıla-i rahim etmeyen ve emanete hiyanet eden birisi geçmek isterse hiç bir ameli bu sıfatları sebebiyle ona fayda vermez ve sırat onu ateşe atar.
Hz. Ali (a) bu hususta şöyle diyor: "Peygamberlerin evlatlarının katiline bile emanetlerini geri verin."
Hakeza Hz. Sadık (a) vasiyetlerinin birinde şöyle buyuruyor: "Bilki Hz. Ali'nin katili bile beni emin bilse benden hayır beklese ve benimle istişare etse ve bende onu kabul etsem, enanetimi ona geri veririm."
Hamza-i Somali, Hz. Seccad (a)'dan şöyle buyurduğunu naklediyor: "Emanetlere riayet ediniz, muhammed (s)'i gönderen Allah'a andolsun ki eğer babam Hz, Hüseyini öldüren katiller onu öldürdükleri kılıcı bile bana emanet olarak verseler emaneti kendilerine geri veririm."
Nakledildiği üzere Resulullah (s) emanete ihanetten sakındırdıktan sonra şöyle buyurdu: "dünyada emaneti geri vermeden ölen kimse benim dinimden gayrisi üzere ölmüştür. Ve Allah'ı kendisine gazap ettiği bir halde karşılar. O hain kimsenin hiyanetini bildiği taktirde, ondan mezkur malı olan kimse de hain bir sayılır."
Bu hususta hadisler bundan daha çoktur. Allah-u Tea-la'nın gazabının neticesinin ne olduğu ise herkesçe malumdur. Elbette şefaat edenler de Allah'ın gazab ettiği kimseye asla şefaat etmezler. Özellikle de hain kimseye ki Resulullah (s)'ın dininden de çıkmıştır. Başka bir rivayette ise "Mü'mine hiyanet eden benden değildir." diye buyurulmuştur. Başka bir rivayette de "Hain kimse İslam dininden dışarı çıkmıştır ve onu ebedi olarak cehenneme atarlar" diye yeralmıştır. bu büyük hatadan Allah'a sığınırım.
Malumdur ki mümine hiyanet mal hiyanetinden daha genel ve kapsamlıdır. Diğer hiyanetler bundan daha büyüktür. O halde insan bu alemde de nefs-i emmaresine oldukça dikkat etmelidir. Zira nefs-i emmare insana birçok işleri kolay gösterir ve insanı kör kılar. Halbuki hiyanet insanın ebedi şekavetine ve daimi mahrumiyetine sebep olur. Bu Allah'ın kullarına hiyanetin durumudur. Ve buradan Allah-u Tea-la'nm emanetine ihanetin durumu da açıkça malum olmaktır.
Allah-u Teala'nın Bazı Emanetlerine İşaret
Bilki Allah-u Teala bütün zahiri ve batını kuvve ve organları bizlere merhamet buyurmuştur, zahir ve batın memleketimizde rahmetini genişletmiş ve bütün bunları bizim kudretimize musahhar kılmıştır. Bunları bizlere bir emanet olarak merhamet buyurmuştur. Bütün bu emanetler pak, ve her türlü maddi ve manevi pisliklerden tahir durumdaydılar. Gayb aleminden bizlere nazil olan bütün nimetler de mutah-har ve tertemizdi, o halde biz Allah-u Teala'nın huzuruna vardığımızda, bütün bu emanetleri mülk, dünya ve tabiat pisliklerine bulaştırmadan kendisine teslim edecek olursak emanete riayet etmiş oluruz. Aksi taktirde hiyanet etmiş, gerçek İslam ve Resulullah (s)'m getirdiği dinden çıkmış oluruz. Bir hadiste şöyle yer almıştır: "Mü'minin kalbi Rahmanın arşıdır." hadis-i kudside ise şöyle buyurulmuştur: "Yer ve gök beni almadı ama mümin kulumun kalbi beni aldı." Müminin kalbi Allah'ın saltanatının mahalli ve arşı konumundadır. Zat-ı mukaddes'in menzilgâhı ve mukaddes zatın yeri-dirl. dolayısıyla Haktan gayrisine teveccüh de Hakk'a ihanettir. İrfan ekolünde Allah-u Teala ve dostlarından gayrisini sevmek de hiyanet sayılmaktadır. Ehl-i Beyt ve İsmetin makamını bilmek ve onları sevmek te Allah'ın bir emanetidir. Nitekim birçok hadislerde ayetteki emanet Hz. Ali'nin velayeti olarak tefsir edilmiştir.- Dolayısıyla velayet ve saltanatının gasbı da ona hiyanet etmektir. Ehl-i Beyt'e uymamak hi-yanetin mertebelerinden biridir. Hadisi şeriflerde de yer aldığı üzere gerçek şii Ehl-i Beyte kamil olarak uyan kimsedir.
Aksi taktirde uymadan sırf şii olduğunu iddia etmekle insan şii olamaz.
Hayallerden bir çoğu yalancı iştahalardan kabilindendir. Dolayısıyla kalbimizde Hz. Ali ve evlatlarına karşı en küçük bir sevgi gördüğümüzde hemen bu sevgiyle gururlanıyor, onlara uymayı terkederek onları sevdiğimizi iddia ediyoruz. Eğer insan dikkat edip dostluğun eserlerini terkederse dostluğun baki kalacağına kim güvence verebilir? İnsan ölümün sekeratmda ve intizar halinde bir zorluk ve dehşetle karşılaşınca Hz. Ali'yi (a) de unutabilir. Nitekim hadislerde yer aldığı üzere "Günah ehlinden bir grubu cehennemde az ab görecekler ve bunlar Resulullah (s)'ın ismini bile unutacaklardır. Uzun bir müddet azab görüp temiz hale gelince Resulullah (s)'m ismini hatırlayacaklardır. Ve onlara Resulullah (s)'ın adı ilkâ edilecektir. Böylece, "ey Muhammed (s)" diye feryat edecek ve kendilerine merhamet edilecektir.
Biz sanıyoruz ki, ölüm olayı ve sekeratı bu alemdeki durumlara benzemektedir. Azizim, sen en küçük bir hastalık sebebiyle bütün bilgilerini unutuyorsun. O halde bütün o zorluklar, baskılar, musibetler ve dehşetler karşısında ne yapacaksın? Elbette eğer insan dost olur dostluğun gerekleri ile amel eder, Hakk'ı zikreder, ona uyar ve tabi olursa elbetteki mutlak veli ile olan dostluğu ve sevgisi Allah-u Teala'nm nazarını celb edecek ve Allah'ın sevdiği olacaktır. Ama eğer sadece iddia eder ve amel etmezse, mümkündür ki insan bu alemdeki değişiklikler tağyirler ve dünyanın farklı cilveleri karşısında bu dostluğunu kaybedebilir. Hatta neuzzubiUah bu sevdiğine düşman bile kesilebilir, nitekim bir çok insan gördük ki dostluk iddiası ediyorlardı. Ama yersiz muaşeretler ve uygunsuz ameller sebebiyle düşman oldular, Allah Resulu ve Ehli Beytiyle düşmanlık ettiler. Farzen bu alemden muhabbetle intikal edecek olsa da hadisi şeriflerde yer aldığı üzere kıyamette necat ehli olacak ve saadete erecektir; ama berzahta ölümün korkunç hallerinde ve kiyamette insan büyük dehşetlere mübtela olacaktur. Nitekim Hadis-i şerifte şöyle yer almıştır: "Biz kıyamette sizlere şefaat edeceğiz ama siz kendi berzahınız için bir şeyler yapmalısınız." Bu alemde hiç bir misali ve örneği olmayan berzah azabı, zahmeti, kabir baskısı ve azabından Allah'a sığınırım. Cehennemden kabre açılan o kapı, eğer bu âleme açılacak olsa bütün alem helak olurdu. Bundan Allah'a sığınırım.
Fasıl
Allah-u Teala'dan Korkunun Beyanında
Bilki Allah-u Teala'dan korkmak sıradan insanlar için düşünülebilecek en düşük bir mertebedir. Bu korku manevi kemallerden biri olmakla birlikte nefsani faziletlerden bir çocuğunun menşeî ve nefsin önemli ıslahatlarından biridir. Belki bütün İslahatların kaynağı ve bütün ruhani hastalıkların ilacının nedeni sayılabilir. Allah'a iman eden ve ilallah muhaciri olan insan, bu menzile oldukça önem vermelidir. Bu korkuyu kalpte artıran ve muhkem kılan şeylere oldukça teveccüh etmelidir. Ölümden sonraki şiddet, berzah alemi, kıyamet ve sıratın korkunçluğu, mizan, hesapta münakaşa cehannemin çeşitli azapları Allah-u Teala'nın kahır, celal ve azameti kötü akibet ve benzeri korkunç olayları göz önünde bulundurmalı ve hatırında tutmalıdır. Biz bu kitapta bu merhalelerin tümünü bir yere kadar şerh ettiğimiz için, bu makamda korkunun faziletleri konusunda bir takım hadisleri nakletmekle yetiniyoruz. İshak, Hz. Sadık (a) in şöyle buyurduğunu naklediyor: "Allah'tan onu görüyormuşçasına kork; eğer sen onun görmüyorsan da o seni görüyor. Eğer onu görmediğini sanıyorsan, kafir olursun. Eğer onun seni gördüğünü bildiğin hade günah işlersen onu seni seyredenlerin en kötüsü karar kılmış olursun."
Bilki eğer insan Allah-u Teala'nın mülk ve melekuttaki tecellisini ve zuhurunu huzuri bir müşahede veya kalbî bir mukaşefe veya hakiki bir imanla müşahede edecek olursa,. Allah'ın yaratıklarıyla ve yaratıklarının Allah'la olan irtibatını bilirse ve ilahi meşiyetin varlıklardaki zuhurunu ve varlıkların ilahi meşiyetteki fenasını hakiki manasıyla idrak ederse Allah-u Teala'nın bütün mekandaki huzurumu bilir. Allah'ı bütün mevcudatta ilm-i huzuri ile müşahede eder. Nitekim Hz. Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Gördüğüm herşeyde Allah'ı onunla ve onda gördüm." Nafilelerin sağladığı yakınlıkta ise "Ben onun kulağı, gözü eli olurum." hakikati kendisi için keşf olur. Dolayısıyla Allah-u Teala'yı bütün vücud mertebelerinde hazır görür. İlmen, imanen, aynen ve şühuden müşahede eder. Elbette bu makamda salik hangi mertebede olursa olsun Hakk'ın huzurunu göz önüde bulundurur ve Allah'a muhalefetten sakınır. Zira huzurun ve mazharm hıfzı bütün varlıkların üzerinde yaratıldığı fıtratlardandır. Ne kadar hayasız bir insan da olsa gaybet ve huzuru birbirinden farklıdır. Özellikle de kâmil ve azim olan velinimetin huzuru fıtratta mevcuttur. Her birinin huzurunun hıfzı müstakil bir şekilde sabittir.
Allah-u Teala'nın Huzurunun Hıfzı Hususunda İnsanların İhttilafının Beyanında
Bilki iman, suluk, irfan ve velayet ehlinden her birisi kendilerine özgü bir şekilde Allah-u Teala'nın huzurunu hıfz ederler. Nitekim mü'min ve muttakiler Allah-u Teala'nın huzurunu kötülükleri terk etmek ve emirlerini yerine getirmekle hıfz ederler. Meczub ve cezbe ehli olan kimseler ise Allah'tan gayrisine teveccühü terk etmek ve Allah'a tam ve kâmil bir şekilde bağlanmakla Allah'ın huzurunu hıfz ederler. Kâmil ve büyük evliyalar ise Allah'tan gayrisini terket-mek ve enaniyetini neyf etmekle Allah'ın huzurunu hıfz ederler. Bilcümle marifet ehli ve kalb ashabının yüce makamlarından birisi Hakk'm huzurunun müşahedesi ve huzurunun hıfzıdır. Nitekim Allah'ın fiili ilminin keyfiyetini eşyanın Allah'ın zatındaki fenasının bütün varlıkların Allah'ın huzurundaki varlığını ve tahakkuk diyarının rububiyet maz-han olduğunu müşahede etmekle bulunduğu her makamda Allah'ın huzurunu hıfz etmeş olur ve bu fıtriyattan sayılmaktadır.
Nitekim Resulullah (s) de Hz. Ali'ye buyurdukları vasiyetinde bunun üç makamına işaret etmiştir. Başka bir hadiste ise şöyle yer almıştır: "Üçüncüsü ise Allah-u Teala'dan onu görüyormuş gibi korkmandır." Ve başka bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah'tan onu görüyormuşçasına kork." Hz. Sadık (a) ise bu makamın üçüncü mertebesine işaret etmiştir. "Sen onu görmesen de şüphesiz o seni görüyor." Hz. Sadık (a) bir başka yerde ise "Allah'ın huzurunu hıfz etmenin" hıfz etmek fıtratına işaret etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: "Eğer onun seni gördüğünü biliyorsan..."
Ehl-i iman sülük, riyazet ve irfanın sahip oldukları farklı mertebeler hasebiyle korkunun da bir takım mertebeleri vardır ki, bunun en büyük mertebesi Allah-u Teala'nm celali ve kahri tecellileriyle azametinden korkmaktır." Aslında bu makamları korkunun mertebelerinden soymamak da mümkündür. Nitekim meşhur Arif Hace Ensari Menazil-us Sailin adlı kitabında şöyle buyoruyor: "Kalp, esrar ve velayet ehlinin hiç bir korkusu yoktur. Onların korkusu sadece celal heybeti, azamet haşmeti ve celal azametindendir."
Ağlamanın Fazileti Beyanında
Allah korkusundan ağlamanın da bir çok fazileti vardır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Her bir göz yaşı damlası için Allah-u Teala cennette bin ev bina eder." Nitekim şeyh Seduk'un Hz. Sadık'tan naklettiği bir rivayette Resulullah (s) şöyle buyuruyor: "Allah korkusundan ağlayan bir gözün her damla göz yaşı için cennette inci ve mücevher ile süslü bir kasır verilir ki hiç bir göz onu görmemiş hiç bir kulak onu işitmemiş ve hiç bir kalb onu hatırlamamıştır." Bu hususta Hz. Bakır (a) şöyle buyuruyor: "Resulullah (s) şöyle buyoruyor: "Dünyada her şeyin bir karşılğı vardır. Sadece Allah-u Teala'nı, Lailahe illallah kelimesinin ve Allah korkusundan dökülen göz yaşının benzeri bir şey yoktur. Ve eğer göz yaşı sakalına dökülürse hiç bir zaman onu toz ve zillet kaplamaz." Hakeza bir hadiste yer aldığı üzere "Günahları sebebiyle kendisi ile cennet arasında yerden arşa kadar mesafe olan bir insan günahlardan pişman olarak Allah korkusundan ağlarsa onunla cennet arasında bu mesafe kalkar ve cennet kendisine göz kirpiklerinin göze olan yakınlığı mesabesinde yakın olur."
Kafide Hz. Sadık (a) dan şöyle nakledilmiştir: "Her şeyin bir ölçüsü vardır. Sadece Allah için dökülen göz yaşının bir ölçüsü yoktur ki, onun bir damlası ateşten bir deryayı söndürür" Hakeza şöyle buyurulmuştur: "Bu ümmetin hepsine merhamet edilir." Ve bu husustaki hadisler oldukça çoktur.
Küçük Amele Büyük Sevabın Verilmesinin Muhal Olmadığı Beyanında
İşaret edilmesi gereken hususlardan birisi de şudur ki, bazı zayıf nefisler ve bu cüzî işler için büyük sevapların verilmesine itminan etmeyen kimseler bunu muhal saymakta, kabul etmemektedir. Halbuki bundan gaflet ediliyorlar ki, bu alemde bizim nazarımıza küçük gelen bir şeyin melekutî ve gaybî sureti küçük olmayabilir. Dolayısıyla küçük bir varlığın melekut ve bâtını tam bir azamet ve büyüklük içerisinde olabilir. Nitekim Resulullah'ın cismani sureti bu alemdeki küçük varlıklardan biri olmasına rağmen mukaddes ruhu mülk ve melekutu ihata etmiş, semavat ve yerlerin icadına vasıta olmuştur. O halde bir şeyin batını ve melekutî suretinin küçük olduğuna hükmedebilmek için melekut ve eşyanın batınını bilmeyi gerektirir. Ve bizim gibiler için böyle bir hüküm verme yetkisi yoktur. Dolayısıyla bizler ahiret aleminin alimleri olan enbiya ve evliyanın sözlerine kulak vermeliyiz.
Ahiret alemi Allah-u Teala'nın sonsuz nimetleri, sonsuz rahmetleri ve fazlı üzere bina edilmiştir. Allah-u Teala'nın kereminin ise haddi ve sınırı yoktur. Mutlak cevad'm fazlını ve sonsuz rahmet sahibinin rahmetini sınırlamak büyük bir cehaletten kaynaklanmaktadır. Allah'ın bütün nimetlerini saymak akılların aciz olduğu bir şeydir. Kald ki Allah'ın bütün nimetleri istenmeden ve istihkak söz konusu olmadan verilmiştir. O halde hiç istenmediği halde bu sevapları da kullarına vermesinin herhangi bir sakıncası düşünülebilir mi? Halbuki o alem insan iradesinin nüfuzu üzere bina edilmiş ve hakkında şöyle buyrulmuştur: "Onlara altın kadehler ve tepsiler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı herşey oradadır. Ve siz orada ebediyen kalacaksınız." (Zuhruf, 71)
Halbuki insanın istinasının herhangi bir sınırı ve miktaı yoktur. O halde bu hususun muhal olduğu söylenebilir mi? Allah-u Teala o alemi öyle bir şekilde yaratmıştır ki, insan salt irade ettiği takdirde, irade ettiği şey vücuda gelmekte ve mevcut olmaktadır.
Ey aziz, bu sevaplar hakkında var olan hadisler ve rivayetler insanın inkar edebileceği kabilden bir veya iki tane değildir. Aksine mutevatir olup bir çok hadisler mevcuttur. Muteber hadis kitapları böylesi hadislerle doludur. Güya insan bizzat ma'sumdan duymakta ve bu hususta hiç bir tevile de gerek yoktur. Bu konu mütevattir naslar ile Kur'anla da mutabıktır. Ve dolayısıyla yersiz yere inkar imanın zayıflığı ve cehaletten kaynaklanmaktadır. İnsan, enbiya ve evliyanın buyruklan karşısında teslim olmalıdır. İnsan için evliyaya teslim kadar hiç birşey insani kemaline faydalı değildir. Özellikle de aklın keşfedemediği hususlarda böylesi hususları vahiy ve risalet dışında başka bir yolla anlamak mümkün değildir. Eğer insan küçük aklını, vehimlerini ve zanlarını gaybi, uhrevi ve taabbudi-şeri işlere sokmaya kalkışırsa sonunda dinin zaruriyetini inkar eder bir hale gelir. Ve bu gittikçe çoğalır. Aşağısını inkar, yukarısını inkara sebeb olur. Gerçi şüphesi yoktur, ama sizler bazı hadisleri tazif etmeye kalkışsanız bile Allah-u Teala'nm kitabı olan Kur'an-ı Kerim'de bu konu en güzel şekliyle açıklanmıştır. Ve orada da bu sevapların bir benzeri mezkurdur. Örneğin, "kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır."
Hakeza "Mallarını, Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında "yüz tane" bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah (insana) bolbol veren ve (infak edenin niyetini iyice) bilendir.
Benim inancıma göre bu inkar ve muhal saymaların temeli insanın kendi amellerini büyümsemesi ve ucba kapıl-masıdır. Örneğin; bir gün oruç tutuyor, bir geceyi ibadetle ihya ediyor ve bu hususta büyük sevapları duyduğu zaman bunun muhal olduğunu asla söylemiyor. Halbuki bu da o amelin mükafatı olarak muhal sayılması gereken bir şeydir. Ama o insan amelini büyük saydığı için ucba kapıldığından o sevapları tasdik etmektedir.
Ey azizim! Bütün ömrümüz elli veya altmış yıldır. Farz edelim ki bu müddet zarfında bütün şer'i vaziflerimizle amel ettik. Sahih bir iman salih bir amel ve gerçek bir tövbe ile bu dünyadan gittik. Ama bu kadar amel ve imanlarımızın ne kadar bir değeri vardır? Halbuki kitap, sünnet ve bütün dinlerin icmasına göre böyle bir şahıs Allah'ın rahmetine maz-hardır. Ve va'dedilmeş cennetine girecektir. O cennette ebedi olarak nimetler ve rahatlık içinde kalacak ve saadet ehli olacaktır. Acaba bunları inkar edebilir miyiz? Eğer amellerin mükafatına bakacak olursak farz-ı muhal amellerimizin bir mükafatı olsa da acaba bu mükafat aklımızın kemiyet ve keyfiyet açısından tasavurundan aciz olduğu bir miktarda mıdır? O halde bu konu başka bir esas üzere bina edilmektedir ve başka bir temel üzerinde kuruludur. Dolayısıyla da bunu muhal saymak doğru bir şey değildir ve asla inkar edilemez.
Fasıl
Nafilelerin Sayısı Beyanında
Resulullah'm beyan buyurduğu elli rekat namaz vacib ve nafile namazlardır. Elbette yatsı namazından sonra oturarak kılınan iki rekat nafile namazı (ki bu bir rek'at sayılmaktadır) bu sayının dışındadır. Zira bunu da sayacak olursak farz ve nafile namazlar ellibir rekat olmaktadır. Resulullah'm elli rekat diye buyurması da bu bir rekatın sünnet-i müekkede olmadığı hasebiyledir. Nitekim bazı rivayetler buna delalet etmektedir. İmam Sadık (a)'a "sünnet olan nafile namazlar kaç rekattır?" diye sorulduğunda "Elli rekattır" diye buyurdu.
Nitekim bazı rivayetlerden anlaşılacağı üzere Resulullah'm (S) sünneti elli rekat namazdır. Bazı rivayetlere göre Resulullah'm yatsı namazından sonraki nafileyi de eda ettiği yer almıştır, resulullah'm dolayısıyla bu nafile namazı zikretmemesi ve sünnet namazların elli rekat olduğunu buj^ur-ması şundan dolayıdır ki bu nafile vitr namazının yerinedir. Kendi başına bağımsızlığı yoktur. Nitekim Huzeyl Bin Ye-sar'ın rivayet ettiği hadisde buna delalet etmektedir. Riva-yet-i şerifede onu "vitr" olarak isimlendirmişlerdir. Nitekim rivayette yer aldığına göre yatsı namazından sonraki nafileyi yerine getiren ve ölen insan "vitr" namazını kılmış sayılmaktadır. O halde hakikatte bu iki rekat vitr namazıdır. Ki, ölüm olayı korkusundan vaktinden önce kılınmaktadır. Ama vitr namazının vakti geldiğinde bu namaz onun yerine geçmemektedir. Bazı rivayetlerde yar aldığına göre bu iki rekat nafile namaz, elli rekat namazların bir cüzü değildir. Ama daha sonra sayıyı bitirmek ve tekmil etmek için yani nafile namazlarla mukabelede bulunabilsin diye artırılmıştır. Bu hadisler mana itibariyle biribirleriyle ihtilaflı değildir. Zira belki mümkündür ki sünnet olan faziletli namazlar elli rekattır. Ve bu iki rekat namaz sünnet-i gayri müekkede olan namazdır. Sadece ölüm hadisesi korkusuyla ve sayıyı tekmil etmek için kararlaştırılmıştır.
Velhasıl günlük nafile" namazlarının bir çok fazileti vardır. Hatta bazı rivayetlerde bunları terk etmek günah sayılmıştır. Bazı rivayetlerde bu makamda şöyle buyrulmuştur: "Allah-u Teala sünneti terk edene azab verecektir." Ve bazı rivayetlerde de bunların farz olduğu ifade edilmiştir. Bütün bunlar nafilelerin müekked oluduğu hasebiyledir ve terki çirkin bir şey oluduğundandır. Dolayısıyla insana yakışan budur ki mümkün mertebe onları terk etmemelidir. Nitekim ri-vayet-i şerifelerin hasebiyle bu nefilelerin kararlaştırılmasının nüktesi farzların itmamı ve kabulüdür. Diğer bazı rivayetlerde şöyle buyrulmuştur: "Bizim şiiler ellibir rekat namaz kılanlardır." Bu hadisten de anlaşılacağı üzere şiiler bu namazları kılan kimselerdir; bu namazlara inanan kimse değil. Nitekim mü'minlerin alametlerini sayan hadislerden de bu anlaşılmaktadır.
Her Ay Üç Gün Oruç Tutmanın İstihbabı Beyanında
Resulullah'ın (sellallahu aleyhi ve alihi) ikinci sünneti her ay üç gün oruç tutmaktır. Bu hususta kırktan fazla rivayat vardır. Alimler nezdinde bunun keyfiyeti hususunda ihtilaf vardır. Ama alimler arasında meşhur olan, bir çok hadislere de mutabık olan ve Resulullah ile hidayet imamlarmında kıldığı şekliyle sünnet şöyledir: Bu üç günün birinci günü her ayın ilk perşembe günüdür. Ki bugün amellerin Allah'a arz edildiği gündür. Ayrıca ikinci on günün ilk çarşambası ki bugün de devamlı bir uğursuzluk ve azabın nüzul günüdür. Ayrıca son on günün son perşembesidir ki, o gün de amellerin arz edildiği gündür. Rivayetlerde yer aldığı üzere eski ümmetlere azab nazil olduğunda bugünlerin birinde nazil oluyordu. Bu yüzden Resulullah (s) bu korkunç günlerde oruç tutardı. Hadiste de yer aldığı üzere bu üç günün orucu bütün zamanın orucuna denktir. Bunun sebebi olarak da bazı rivayetlerde şu ayet gösterilmiştir: "Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir. Ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; Onlar(da bunlar da) haksızlığa uğratılmazlar." Ama bazı rivayetlerde bu tertibe aykırı olarak beyan edilen tertib ise fazilet mertebesi hasebiyledir.
Farzen bununla çelişse de birçok cihetten bu rivayet üstün ve rüc-han sahibidir. Belki denilebilir ki bunlar arasındaki muaraza nas ile zahir ve3^a ezher ile zahir arasındaki muaraza gibidir. Dolayısı ile Seduk'un naklettiği şu rivayetin de mezkur rivayet ile hiç bir çelişkisi yoktur. "Son on günde iki perşembe günü varsa birincisinde oruç tut; zira ikincisine ermeyebilir-sin." Zira bu rivayet acil bir fazilete erişmek ve tevfik elde etmemenin korkusu sebebini beyan etmektedir. Nitekim yatsı namazından sonraki nafile namazı hususunda da böyledir. Ve bu rivayet aslında bizim sözümüze delalet eden bir rivayettir. Yani son perşembe gününün faziletine delalet etmektedir. Dolayısıyla bununla çelişen bir rivayet değildir ve zahir odur ki, insan ikinci perşembeye erişirse, birinci perşembe oruç tutmuş bile olsa ikinci perşembe oruç tutmanın faziletini elde etmek için o gün de oruç tutmalıdır. Ve dolayısıyla insan ikinci perşembeye eriştiğinde, birinci perşembe oruç tutmuşsa bu kifayet etmemektedir. Değerli muhakkik Feyz-i Kaşani ile değerli muhaddis Behrani'nin bu hadisleri cem makamında buyurdukları uzak bir ihtimaldir. Özellikle de büyük muhaddis Behrani'nin buyurdukları oldukça uzak bir ihtimaldir.
Sadakanın Fazileti Beyanında
Besul-i Ekrem (s) in üçüncü sünneti sadaka vermektir. Sadaka vermek çok önemli bir müstehab ameldir. Ve herkese hatta denizdeki ve karadaki hayvanlara bile sadakanın varlığı hususundaki hadisler oldukça fazladır. Biz bunlardan sadece bazısını zikr etmekle yetineceğiz. İbn-i Sinan Hz. Sa-dık'm (a) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Şeytana en ağır gelen şey mü'mine verilen sadakadır. Ve bu sadaka kulun eline geçmeden önce Allah-u Teala'nm eline geçmektedir."
Hakeza İmam Sadık (a) bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Allah-u Teala yarattığı tüm yaratıkları için kendisini koruyan birde bir koruyucu karar kılmıştır. Ama sadakayı bizzat Allah-u Teala korumaktadır. Babam sadakayı verdiğinde onu fakirin eline verir. Daha sonra ondan geri alır o sadakayı öper, koklar, yine o fakire geri verirdi."
Bu manaya yakın bir manayı ifade eden bir çok hadis vardır. Bütün bunlar sadakanın makam büyüklüğünü ifade etmektedir. Ve Allah-u Teala onu kimseye havale etmemiş bizzat kendi kudret eli ve kayyumi ihatasıyla sadakanın gaybî kamil suretini hıfz etmekledir. Hadis kitaplarımızda dağınık bâblarda yer alan bu ve benzeri hadisler marifet ehli ve kalp ashabı için Hakkın kayyumi tecellisi ve fiili tevhidini keşfe yardımcı olmaktadır. Sadaka veren insanın dikkat etmesi gereken önemli bir nüktesi de şudur ki, insan kime sadaka verdiğini bilmelidir. Zira Allah korusun eğer fakire herhangi bir minnette bulunacak, onu incitecek olursa, hakikatta Allah-u Teala'ya minnet etmiş ve incitmiş olur. Nitekim fakire tam bir huzu ve tevazu içinde verecek olursa hakikatte Allah-u Teala'ya tevazu etmiş olur. Nitekim İmam Bakır (a) verdiği sadakayı fakirden geri alır, öper, koklar onun güzel kokusunu alır, kendisine geri verirdi. Allah biliyor ki, o mukaddes zat ve meczub aşık için nasıl bir rahat nefes ve ruhî sükunet hasıl oluyordu. Dolayısıyla da onun batınî şevki ve kalbî alevlenmelerini, bu mahbubla razu niyaz sayesinde söndürüyordu.
Yazıklar olsun bu yazara ki, nefsin heva deryasına boğulmuş tabiat arzına gömülmüş, şehvetine esir, karnının ve tenasül organının kölesi haline gelmiş, varlık aleminden gaflet edip bu alemde bencillik sarhoşu içinde yaşamıştır. Ve yakında da bu halet üzerinde de gidecektir. Dolayısıyla evlija-nın muhabbetinden hiç bir şey derk edememiş, onların cezbelerinden menzillerinden, ve söylediklerinden hiç bir şey anlı-yamamıştır. Bu alemdeki vukufu hayvani bir vukuf, hareketleri de, hayvani ve şeytani bir takım hareketlerdir. Eğer böyle olursa ölümü de hayvan ve şeytanların ölümü olacaktır. Allah'ım biz sana şikayette bulunuyor ve sadece sana dayanıyoruz. Bizlere hidayet nuruyla yardımcı ol. Bizleri bu ağır uykudan uyandır ve gayb, nur, sevinç ve mutluluk, ünsiyet halveti ve özel mahfilini davet et.
İmam Sadık (s) Resulullah'ın şöyle buyurduğunu naklediyor "Kıyametin zemini mü'minin gölgesi dışında hep ateştir.
Şüphesiz ki mü'minin verdiği sadaka kıyamette ona gölge sağlar."
Rivayette yer aldığına göre "Sizin, deve yavrusunu beslediğiniz gibi Allah-u Teala sadakayı besleyip terbiye etmektedir. Eğer yarım hurma sadaka vermişseniz, Allah-u Teala onu büyütür ve onu kıyamet gününde, Uhud dağı kadar büyük bir halde kuluna geri verir." Bu ve benzeri hadisler oldukça çoktur. Bir çok hadislerde de yer aldığına göre "Sadaka kötü bir şekilde ölmeyi önlemektedir. Sadaka rızkı indirir, borçları eda ettirir, ömrü artırır, yetmiş çeşit kötü ölmeyi defeder. Allah-u Teala sadakanın karşısında on ile yüz kat ihsanda bulunur. Sadaka malın fazlalığına sebeb olur. İnsan sabah sadaka verirse o gün gökten gelen belalardan emanda olur. Ve eğer gecenin evvelinde verirse o gece semavi belalardan kurtulur. Hastalar sadaka ile tedavi olur. Ve müslüman-lardan birinin ailesine kifayet eden, onların açlığını gideren, onların bedenlerini örten ve yüz suyunu hıfz eden kimsenin bu ibadeti yetmiş hac'dan daha sevimlidir. Halbuki bir hac -da, yetmiş köle azad etmekten daha faziletlidir ve rivayette yer aldığına göre bir köleyi azad eden kimsenin Allah-u Teala o kölenin her bir uzvu karşılığında onun da uzvunu ateşten kurtarır. Hz. Ali (a) kendi el emeğiyle kazanmış olduğu maldan tam bin köle azad etmişti. Söz uzayacağından sadece bu kadarı ile yetiniyoruz.
Başka Bir Nüktenin Beyanında
Bu makamı da ilginç bir nükteyi zikr etmekle sona erdiri-yoruz. Ve o da şudur ki, ayet-i kerimede şöyle yer almıştır: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmediğiniz müddetçe iyiliğe erişemezsiniz." (Ali İmran, 92)
Bir hadiste yer aldığı üzere Hz. Sadık (a) "sadaka olarak şeker veriyordu" kendisine "Niçin sadaka olarak şeker veriyorsun" denildiğinde ise şöyle buyurdu: "Şekeri herşeyden daha çok seviyorum. Ve dolayısıyla ençok sevdiğim şeyi sadaka vermeyi istiyorum."
Bir hadiste de yer aldığı üzere Hz. Ali (a) bir elbise aldı ve andan haşlandı. Dolayısı ile onu sadaka verdi ve şöyle buyurdu "Resulullah (S)'m şöyle buyurduğunu işittim: başkasını kendisine tercih eden kimseye, Allah-u Teala kiyamet gününde cenneti tercih eder. Ve sevdiği şeyi Allah için infak eden kimseye Allah-u Teala kiyamette şöyle buyuruyor: "Dünyada kullar birbirini iyilikle mükafatlandırıyordu. Bugün de ben seni cennetimle mükafatlandırıyorum."
Rivayet edildiği üzere ashabtan birisi bu ayet nazil olduktan sonra sahip olduğu bağlarından birini akrabaları arasında paşlaştırdı. Ve O bağı bütün malları arasında en çok sevdiği bir bağ idi. Resulullah (s) şöyle buyurdu: "Ne mutlu sana, ne mutlu sana ki, bu sana faydalı olan bir haldir."
Menkul olduğu üzere Ebu Zer-i Gaffari hazretlerine bir misafir gelmişti. Ebu Zer ona şöyle dedi: "Benim bir takım develerim var. Git onların en iyisini al getir." Misafiri gitti ve zayıf bir deve gitirdi. Ebu zer ona şöyle dedi: "Bana hiyanet ettin" Misafir şöyle dedi: "Develerin en iyisi erkek develerdir. Ama ona bir gün ihtiyacınızın olacağını düşündüm." Ebu zer şöyle buyurdu: "Ben ona, beni kabire koyacakları zaman ihtiyaç duyacağım." Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla iyiliğe erişemezsiniz" Hakeza Ebu Zer şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki malın üç ortağı vardır. Birisi kaderdi;. Onun için iyi veya kötü birini alıp helaka ulaştırması hiç fark etmez. İkincisi varistir; Senin ölümünü beklemektedir. Ve sen de onların üçüncüsü-sün. O halde onlardan daha aciz duruma düşmemeye muktedir isen, öyle ol." Allah-u Teala da şöyle buyuruyor: "Şüphe-sizki sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz." Ve "bu deve mallarım arasında en sevimli olanı idi. Dolayısıyla da onu kendim için önceden göndermek istedim."
Sadakanın Sırlarından Biri Beyanında
Bilmek gerekir ki insan dünya malına sevgi ve muhabbet üzere büyümüş ve terbiye olmuştur. Bu sevgi, kalbinin derinliklerinde yer etmiştir. Ahlaki ve ameli fesatların bir çoğu belki, hatta dini fesatlar bile bu sevgiden kaynaklanmaktadır. Nitekim bu bir çok hadislerde de yer almıştır.
Ve bizde bazı hadislerin şerhinde buna işaret ettik. O halde insan sadakaları, fedakarlığı ve işarı vasıtasıyla bu alakayı ortadan kaldırır veya azaltırsa elbette ki fesadı kesmiş ve dolayısıylada marifetlere erişmek, gayb alemine ve melekut alemine bağlanmak ve üstün melekeler ile kâmil ahlak elde etmek için gerekli kapıları yüzüne açmış olur. Ve bu, farz veya mustehab mali infaklann en büyük nüktelerinden biridir. Mustehaplarda bu nükte daha kamil haldedir.
Bu bablardaki rivayetlerin toplamından malum oldu ki sadaka, dünyevi ve uhrevi faziletlerin tümüne sahiptir. İnsan sadaka verdiği ilk andan itibaren o sadaka insanla birlikte olmakta, ondan belaları def etmekte, sonunda da diğer merhalelerde insanı Hakka komşuluk ve cennet makamına ulaştırmaktadır.
Tetimme
Bilmek gerekir ki, farz olmayan sadaka, gizli verilirse, aşikar verilen sadakadan daha faziletlidir. Nitekim, Kafi'de yer alan bir rivayette İmam Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Ey Ammar gizlice verilen sadaka, açıkça verilen sadakadan daha faziletlidir." Hakeza gizlice yapılan ibadet, açıkça yapılan ibadetten daha faziletlidir.
Bir çok hadiste de yer aldığı üzere, gizli sadaka Allah-u Teala'nm gazabını söndürmektedir. Ve bir hadiste de yer almıştır ki, Allah-u Teala "Hiç bir sığınağın olmadığı bir günde yedi taifeyi koruyacak ve onlara sığınak verecektir. Onlardan birisi, sadaka verip onu gizleyen; öyle ki sağ elinin yaptığı in-fakı, sol eli görmeyen kimsedir."
Bu üstünlüğün nüktelerinden birisi belki de şudur ki, gizli ibadet riyaya daha uzaktır ve ihlasa ise daha yakındır. Hakeza sadaka babında fakirlerin yüz suyunu dökmemek için de gizli vermek gerekmektedir. Hakeza yakınlara yapılan sadaka gayrilerine göre daha üstündür. Ve bu, ibadetlerin en faziletlisi olan sıla-i rahim ile de mutabıktır. Nitekim hadiste yer aldığı üzere: "En üstün sadaka rahime yapılan sadaka-tır." Mümin kardeşlerin sılasının ecri yirmi, sıla-i rahimin ise yirmi dörttür." Hatta bazı rivayetlerde yer aldığı üzere: "İnsanın yakınları muhtaç olduğu taktirde, yakınlarından başkasına verdiği sadaka asla kabul olunmaz."
Hitam
Bilki, hadis-i şerifte: "O kadar sadak ver ki, israf ettiğini sansam. Halbuki israf etmemişsin." diye buyurmasından anlaşılan şudur ki, sadakada istenilen kesrettir. Ve hangi ölçüye varırsa varsın israf değildir.Hadiste yer aldığı üzere İmam Hasan (selamullahi aleyh) Üç defa fakirlerle malını hatta iki çift ayakkabı ve elbisesini bile paylaşmıştır.
Bir hadiste yer aldığı üzere Hz. Rıza (a) Hz. Cevad(a)'a şöyle yazmıştır: kölelerinin; bineğine bindirdiğinde seni küçük kapıdan çıkardıklarını duydum. Onlar cimri olup senin hiç kimseye bir şey vermeni istemiyorlar. Üzerinde olan haklarım için senin o büyük kapıdan çıkmanı istiyorum. Bineğine bindiğin zaman yanında altın ve gümüş bulundur. İsteyen herkese o ihsanda bulun. Amcalarından senden bir şey isteyene elli dinardan aşağı verme. Ama fazla istersen verebilirsin. Bu senin tercihine kalmıştır. Ben bunu Allah'ın senin makamını yüceltmesini istediğim için söylüyorum. O halde infak et, korkma ki, Allah-u Teala sana zorluk çıkarmayacaktır."
Bazı rivayetlerde ise; "İnsanın kendi ailesinin zorluğa düşeceği ölçüde yaptığı sadakanın israf olduğu yer almıştır." Dolayısıyla bu hadisle, mezkur hadisler arasında hiç bir aykırılık yoktur. Allah-u Teala infak edip, kendisi ve ailesi için hiç bir şey bırakmayan kimsenin; duasını kabul etmez. Hadiste de yer aldığı üzere "En üstün sadaka insanın ihtiyacından arta kalan sadakadır." Bu hadisler arasında aykırılığın olmamasının delili ise şudur ki, sadakanın, insanın zorluğa düşeceği miktarda olması gerekli değildir. Bir çok insan malının yarısını veya daha çoğunu sadaka olarak vermekte, kendisi ile ailesine yeterli miktarda da m.al bırakmaktadır. Ve dolayısıyla hiç bir zorluğa düşmektedir.
Gece Namazının Fazileti Bayanında
Bu hadis-i şerifte gece ve öğle namazı önemle telkin edilmiştir. Gece namazı ile ilgili bazı açıklanılan bir önceki hadislerde bir yere kadar zikrettik. Burada da sadece teberrûken bazı hadislerin rivayetini sunuyoruz. Vesali adlı kitapta Hz. Sadık (a) nakledilen bir rivayette şöyle demiştir: "Mü'minin şerefi gece namazı kılmasmdadır. İzzeti ise halkın yüzsuyunu dökmemesindedir."
Hakeza İmam Sadık (a) şöyle buyurmuştur: "Resulullah (s) Cebrail'e şöyle buyurdu: "Bana nasihat et. Cebrali ona şöyle dedi: "Ey Muhammed istediğin gibi yaşa; zira sen öleceksin. Ve istediğini sev; zira ki ondan ayrılacaksın. İstediğin gibi amel et; zira onu göreceksin. Ve bil ki, Mü'minin şerefi gece namazı kılmasmdadır. Ve izzeti ise halkın yüz suyunu dökmemesinde."
Hakeza İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür. Sekiz rekat teheccüd namazı ile bir rekat vitr namazı ise ahiretin süsüdür. Ve bazen Al-lah-u Teala bütün bunları bir grup için cem eder."
Şeyh Mufid'in naklettiğine göre, Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Kul Allah'ı razı etmek için, tatlı uykusundan uyanır ve gece namazı kılarsa, Allah-u Teala bununla meleklere övünür ve şöyle der: Şahid olunki ben onu bağışladım." Bu ve benzeri birçok hadisler vardır ki, onları buraya düşmek uygun gelmediğinden bu kadarıyla yetiniyoruz.
Salat-ı Vusta Beyanında
Resulullah'ın tavsiye ettiği zeval namazı öğle namazının nafileleridir. Nitekim bu, hadislerde açıkça tasiih edilmiştir. Zira bu namazlarda bir takım hususiyet ve önem vardır. Hem salat-ı vusta öğle namazının müteallikidir ve hem de onun itmam ve kabulüne sebeb olmaktadır. Elbette bu namazdan maksat bizzat namazı vusta olan, öğlen namazı da olabilir. Zira günlük namazların ortasında yer almıştır. Hak Teala şu ayet-i kerimede bunu açıkça emr etmiştir: "Namazlara (farz vakitlerin erkanına riayet ve edasına) ve (bilhassa) orta namaza (fakih ve müfessirlerin ekserisine göre ikindi namazı bazılarına göre sabah namazıdır) devam (ve dikkat) edin. Ve Allah için huşu ve taatta (namaza) durun." (Bakara, 238)
Fakihler arasında meşhur olduğu üzere salat-ı vusta öğle namazıdır. Ve diğer namazlar arasında özel bir konuma sahiptir ve Allah-u Teala'nın Cebrail vasıtasıyla Hz. Adem'e gönderdiği ilk namazdır. Resulullah'm öğle namazını tavsiye etmesi ise, onun hudutlarını nafilelerini, vakitlerini hıfz etmek içindir. Yoksa sadece öğle namazını kılmak için değildir. Nitekim namazları muhafaza etmek, özellikle de öğle namazını hıfz etmekten maksat budur. Ehli Beyt'ten nakledilen bir çok hadiste namazların vakitlerine edasına, faziletlerine, vaktinde kılınmasına büyük tavsiyelerde bulunulmuştur. Hatta özürsüz yere ertelemek bazen bu namazı zayi etmeye, geçersiz kılmaya sebeb olur. Özellikle de insan bunu devamlı bir iş haline getirirse, namazı hafifsemiş olur. Zira insan bir işe önem verirse, bir an önce onu yerine getirmeye çılışır. Ama bir işi önemsemezse, dolayısıyla onu oldukça zor yerine getirir ve ondan gaflet eder. Allah korusun insan namazı kü-çümseyecek bir makama düşerse ve o hal üzere ölürse İslam dininden bile çıkmış olur. Nitekim Resulullah (s): "Namazı hafifseyen bir kimse bu hal üzere ölürse benim dinim üzere ölmemiştir." diye buyurmuştur. Hatta bazen insan namazı hafifsediği için sonunda terk eder. Zira insanın gözünde önemli olmayan bir şey yavaş yavaş unutulur ve hatırlanmaz bir hale gelir. Halbuki dünyevi işlerimizde hiç bir şeyi bu kadar unutmuyoruz. Zira nefsimiz tamamiyle dünyaya yönelmiş ve dünyevi işleri oldukça önemli saymaktadır. Dolayısıyla daima onu hatırlamaktadır ve dünyevi işleri unutması asla söz konusu değildir. Örneğin; Size belirli bir günde, önemli bir miktarda para vermek isteyen birinin, söz verdiği o günü asla unutmazsınız. Ve o anın bir an önce gelip çatmasını istersiniz. Dolayısıyla da zamanı geldiğinde tam bir kalb huzuru ve batını teveccüh ile hazır olursunuz. Zira nefis sevgisi o işi size büyük göstermiş ve dolayısıyla onda siz, asla gevşeklik göstermezsiniz. Ama eğer herhangi bir şey gözünüzde değersiz olursa nefis ona teveccüh etmemekte ve biraz sonra hemen gaflet etmektesiniz.
O halde dini işlerinizde niçin gevşek davrandığımız malum oldu. Zira gaybe imanımız yok yakinle, itminan temellerimiz zayıftır. Allah'ın ve enbiyanın vadesini can-u gönülden kabul etmemişiz. Dolayısıyla bizim gözümüzde bütün ilahi durumlar ve dini şeriatlar, alçak ve gevşek durumdadır. Bu gevşiklik yavaş yavaş gaflet getirir, bu dünyada gaflet bizlere galip gelir ve bizi sureten de olsa sahip olduğumuz dinden dışarı çıkarır. Dolayısıyla ölümün zorlukları ve şiddetli anında da tam bir gaflet hasıl olur.
Günde kılınan beş vakit namaz dinin temeli ve imanın muhkem kılıcısıdır ve İslamda imandan sonra hiç bir şey o kadar önemli değildir. Allah-u Teala ve dergahının has kullarından başka hiç kimsenin bilmediği batmî, ve nuranî teveccühat ile bunun melekuti ve gaybi suretlerinden sonra bunlarda var olan en önemli cihet de Allah-u Teala'yı istenilen adab ve ilahi durumlarıyla zikretmektedir. Bu tezekkür insanın Allah-u Teala ve gaybi alemle olan irtibatını güçlendirir ve Allah'a huşu etme melekesini kalbte icad eder. Kalpte tevhidin temiz ağacını eker. Öyle ki, bu ağaç hiç bir şekilde ortadan kalkmaz. Dolayısıyla da ölümün sekeratı ve şühudu anındaki büyük ilahi imtihandan başarılı bir şekilde çıkar. Dini müstakar olur ve böylece sabit kalır. Bunun imanı artık en küçük bir baskı karşısında ortadan kalkan bir iman değildir. Ey Azizim ! Allah-u Teala başta da sonda da sana yardımcı olsun. Sakın dini işlerinde özellikle de beş vakit namazında gevşeklik etme. Allah biliyor ki, bütün nebiler evliya ve hidayet imamları sadece Alah'ın kullarına olan büyük şev-katleri sebebiyle namaza bu kadar teşvik etmiş ve insanları namaza davet etmişlerdir. Yoksa bizim imanımızın onlara hiç bir faydası ve amellerimizin hiç bir menfaati yoktur.
Fasıl
Kur'an Tilavetinin Fazileti Beyanında
Resulullah (s)'in vasiyetlerinden biri de Kur'an tilavet etmektir. Kuran'ı tilavet etmenin, hıfzının, taşımasının, temes-sük etmenin öğrenmenin, sürekli okumanın ve ayetleri ve sırlan hakkında tefekkür etmenin fazileti kısır aklımızın anladığından daha çoktur. Bu hususta Ehli Beyt'ten nakledilen hadisler bu sayfalara sığmayacak kadar çoktur. Ve bizler ba-zısıyla yetiniyoruz. Kafi'de yer alan bir hadiste İmam Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Kur'an Allah ile kulu arasında bir ahit-tir. Ve müslüman insanın hergün bu ahdine nazar etmesi gerekir ve günde en az elli ayet okuması gerekir."
Hz. Seccad (a) ise şöyle buyurmuştur: "Kur an ayetleri bir takım hazineler mesabesindedir. O halde hazinelerden her biri açıldığında ona bakman gerekir." Bu hadis, ayetler üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. İlahi muhkem ayetlerde tefekkür etmek, tevhid, hikmet ve marifetlerini öğrenmek, nehyedilen kendi reyine göre tefsirden başka bir şeydir. Aksine ilahi kelamın muhatabı olan Elh-i Beytine sarılmak gerekir. Ve bu, kendi yerinde ispatlanmış bir konudur ki, bu makamda tafsili gereksizdir. Bu makamda Allah-u Teala'nm şu ayetiyle iktifa ediyoruz: "Onlar Kur'an'ı (işitip, va'd ve vaidini) tefekkür etmezler mi? Yoksa (kalpler'i) üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed/24)
Kur'an'a müracaat etmek ve manasına teveccühte bulunmak hadislerde oldukça tavsiye edilmiştir. Hatta Emir'ul Mü'minin (A) şöyle buyurmuştur: "Tefekkür üzere olmayan bir kıraat'ın hiç bir hayrı yoktur." Bu hususta Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Bir gecede on ayet okuyan gafillerden yazılmaz. Elli ayet okuyan ise zikredenlerden yazılır. Yüz ayet okuyan sakınanlardan yazılır. İkiyüz a3^et okuyan mute-vazilerden yazılır. Üçyüz ayet okuyan kurtuluşa ermişlerden yazılır. Beşyüz ayet okuyanlar müctehidlerden yazılır. Bin ayet okuyana elli bin miskal altın değerinde iyilik yazılır ki, bunların en küçüğü Uhud dağı kadardır. En büyüğü ise, yer ile gök arası kadar." Bir çok hadislerde Kur'an'm güzel bir surette tecessüm edeceği ve ehline şefaat edeceği yer almıştır ki biz bunların naklinden sarf-ı nazar ettik.
Bir hadiste şöyle yer almıştır: "Genç iken Kur'an okuyan bir mü'minin, Kur'an, et ve kanına karışır." Allah-u Teala onu değerli ve iyi elçileriyle birlikte haşr eder. Kıyamette Kur'an onun sığmağı olur. Ve Allah'ın huzurunda şöyle der: "Ey Allah'ım herkes mükafatını aldı; sadece benimle amel edenler dışında. O halde beni okuyanlara, en iyi mükafatını ver." Böylece Allah-u Teala da Kur'an okuyanlara cennet elbiselerinden iki elbise giydirir. Başına keramet tacını koyar ve ona "Acaba razı oldun mu?" diye sorulur. Kuran ise şöyle arz eder:"Ben daha fazlasını ümid ediyordum." Böyle olunca da emin, eminlik ve eman sağ eline verilir. Cennette kalmak ise sol eline ve böylece cennete girer ve Kur'an okuyana şöyle denilir: "Kıraat et! Kıraat ettikçe makamın yükselsin." Daha sonra da Kur'an'a şöyle hitab edilir: "Biz onu bir çok makamlara ulaştırdık, acaba razı oldun mu?" Kur'an o zaman "Evet" diyecektir.
Hakeza Hz. Sadık (a) şöyle buyurmuştur:"Her kim Kur'an'ı çok okur ve onun hıfzında zorluklara katlanırsa kendisine iki mükafat verilir." Bu hadisi şeriften anlaşıldığı üzere Kuran'-ı Şerifi tilavet etmekten maksad insanın kalbine, derinliklerine tesir etmesi ve insanın batınının, ilahi kelamın sureti haline gelmesidir. Yani meleke mertebesinden tahakkuk mertebesine ulaşmasıdır. Nitekim "Eğer mü'min genç, Kur'an'ı tilavet ederse, Kur'an, onun et ve kanına karışır." sözü de buna işaret etmektendir. Ve bu Kur'an'ın suretinin kalpte yer etmesinden kinayedir. Öyleki artık insanın batını kelamullah-i Mecid ve Kur'an-î Hamid haline gelir. Elbette bu her insanın liyakat ve kabiliyeti oranındadır. Kur'an'ı hatmedenler ise zatının batını, ilahi-cam'î kelamının tüm hakikati olan kimselerdir. Ve bizzat Kur'an'ın kendisi cami ve kesin furkan sayılmaktadır. Hz. Ali (a) ve onun neslindeki masum imamlar ilahi ayetlerin tecessümüdür. Ve onlar Allah'ın büyük ayetleri ve tam Kur'an'dır. Belki tüm ibadetlerinde bu mana söz konusudur. İbadetlerde ve ibadetlerin tek-rarmdaki en büyük sırlarından birisi de belki bu ibadetlerin hakikatiyle tahakkuk etmektir. Kalp ve zat batınının ibadetin suretiyle suretlenmesidir. Nitekim bir hadiste Hz. Ali (a)'ın mü'minlerin namazı ve orucu olduğu yer almıştır.
İbadetin Gençleri Etkilediği Beyanında
Bu kalbî etkilenme ve batını tasavvur gençlik çağında daha iyi hasıl olur. Zira gencin kalbî latif ve tazedir. Sefası daha çoktur. Diğer meşguliyetleri ise daha azdır. Yani tepkisi az, kabulü ise daha çoktur. Tüm güzel ve çirkin huylar gencin kalbinde daha iyi çabuk ve şiddetli şekilde tesirli olur. Bir çok gencin ehliyle muaşeret ettiği takdirde hak ve batılı hiç bir delil ve hüccet olmaksızın kabul ettiği görülmüştür. O halde gençler kimlerle muaşeret ettiğinde iyi baklmalı ve kötülerle oturup kalkmaktan sakınmalıdır. Kalplerinde muhkem ve iman da olsa bundan ictinab etmelidirler. Kötü kimselerle oturup kalkmak her sınıftan insan için zaralıdır. Hiç kimse kendine itminan etmemeli veya güzel ahlak ve ameliyle mağrur olmamalıdır. Nitekim hadislerde de kötü kimselerle muaşeret etmek yasaklanmıştır.
Kıraatin Adabı Hususunda
Ve bilcümle Kur'an-ı Kerimin kıraatmdan istenilen husus kalpte Kur'an'm tecessüm etmesidir. Emir ve nehiylerin kalbi etkilemesi ve davetlerinin yerleşmesidir. Ve bunlar sadece kıraat adabına riayet edilidiği zaman söz konusudur. Adabtan maksadımız ise Kur'an'm kurraları nezdinde mutedavil olan şeyler değildir. Ve dolayısıyla insan sadece lafızların mahreci ile harfleri tediyeye uymamalıdır. Aksine insan ayetler üzerinde tefekkürden de gafil olmamalıdır. Yoksa bütün himmetini Kur'an'm tecvidine verecek olursa bir çok defa kelimeler asli suretinden çıkar, madde ve suretiyle değişikliğe uğrar. Ve zatan şeytani hilelerinden biri de şudur ki, abid olan bir insanı ömrünün sonuna kadar Kur'an-ı Kerim'in la-fızlarıyla meşgul eder ve Kur'an'm nüzul sırlanyle ,emir ve nehiylerinden hakikatinden ve hak inançlara davetinden ve güzel ahlakla ahlaklanmaktan bütünüyle gafil kılar.
Hatta yıllar sonra da malum olur ki, aşırı bir gılzet ve teşdid sebebiyle kelam suretinden tamamıyle çıkmış ve ilginç bir hale gelmiştir. Dolayısıyla adabtan maksat, şeriat-ı mutahharada göz önünde bulundurulan adabtır ki bunların en büyüğü ve başlıcası tefekkür ve ayetlere itibar vermektir. Nitekim daha önce de buna işaret edilmişti. Kafi'de yer alan bir hadiste İmam Sadık (a) şöyle buyurmuştur: "Bu Kur'an hidayet kılavuzu ve gece karanlığının çırağıdır." O halde kalp sahibi insan gözleriyle Kur'an'ı taramalı ve nurundan istifade etmek için gözlerini açmalıdır. Zira ki Kur'an'da tefekkür etmek basiretli kalbin hayatıdır. Karanlıklarda nurdan istifade edildiği gibi, cehalet ve delalet karanlıklarında da Kur'an'dan istifade edilmektedir.
Hz Ali (a) ise bu hususta şöyle buyurmuştur: "Takva sahibi kimseler, Kur'an'da korkutucu bir ayete rastladıklarında gözlerini ve kalp kulaklarını açarlar. Bütün bedenleri titremeye başlar. Ve kalpleri hızlı bir şekilde çarpar. Adeta cehennemin korkunç sedasını ve nefes alış-verişlerini duyarlar. Rahmet ayetine rastladıklarında ise ona itimad ederler ve tamah gözlerini açarlar. Kalpleri şevkten adeta uçar hale gelir.
Adeta o vadelerin hazır olduğunu sanırlar.
Kur'an'ın manalarında tefekkür eden bir insanın kalbi etkilenir ve yavaş yavaş muttakilerin mertebelerine erer. Eğer ilahi tevfike mazhar olursa o makamdan geçer ve tüm kuvve ve organlan ilahi ayetlerden bir ayet haline gelir. Dolayısıyla ilahi hutabelerin cezbeleri onu kendinden geçirir. Ve yüce hakikati bu alemde de ona nasib olur. Ve sonunda kelamı vasıtasız bir şekilde mukekelliminden duyar ve bütün bunlar benim ve senin gibilerin hayaline bile gelmez.
Kıraatte İhlas Beyanında
Kur'an'ı Kerim'i kıraatin gerekli adaplarından biri de kalplerde etkili olmasıdır. Ve bu bir rükün mesabesinde olup, hiç bir amel bu adap olmaksızın bir değere sahip değildir. Bu adap olmadığı takdirde bütün amelleri zayi ve batıl olur ve Allah'ın gazabına sebeb olur. Uhrevi makamların sermayesi ve ahiret ticaretinin anamalı ihlastır.
Bu hususta da Ehl-i Beyt'ten birçok rivayet nakledilmiştir. Örneğin İmam Bakır (a) şöyle buyurmaktadır: "Kur'an kârileri üç kısımdır. Onlardan birisi Kur'an kıraatim geçim vasıtası kılar, bu vasıtayla maaş alırlar ve insanlardan öne geçmeye çalışırlar. Bir grup da harfleri ezberler Kur'an'ın suretine yönelirler. Bunlar da Kur'an'ın hudutlarını zayi eder ve onu ardlarına atarlar Allah-u Teala bu çeşit Kur'an hamillerini çoğaltmasın. Başka bir grup ise Kur'an'ı kıraat eder ve Kur'an'ın devalarıyla kalp dertlerini ilaç etmeye çalışırlar. Onun vasıtasıyla geceleri yatmaz ve ibadet ederler. Oruç tutar ve susuzluğa sabır ederler. Camilerde hazır olup namaz kılar ve gece tatlı yatağından kalkar ibadetle meşgul olurlar. Allah-u Teala onlar vasıtasıyla belaları def eder, göklerden yağmur yağdırır Allah'a and olsun ki Kur'an'ın bu kârileri çok büyük ve değerli insanlardır.
İmam Sadık (a) şöyle buyurmaktadır: "Halktan istifade etmek için Kur'an tilavet eden insan kıyamet gününde yüzünde hiçbir et olmaksızın kemik olduğu halde haşrolur. Re-sulullah (s) ise şöyle buyurmaktadır: "Kur'an'ı öğrenen onunla amel etmeyen ve bunun yerine dünya sevgisiyle ziynetini seçen insan Allah'ın gazabına uğrar ve hakikatte Allah'ın kitabını artlarına atan hristiyan ve yahudilerin derecesine düşer."
Hakeza Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı kıraat eden ama bununla gururlanan ve dünyayı talep eden insan kıyamat gününde yüzünde hiç et olmaksızın kemikli bir halde Allah'ın huzuruna çıkar, ateşe girinceye kadar Kur'an ensesine vurur ve sonunda cehenneme düşenlerle birlikte cehenneme düşer." Hakeza Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Allah Kur'an'ı kıraat eden ama amel etmeyen kimseyi kör olarak kıyamet gününde haşr eder ve o şöyle der: Allah'ım ben dünyada görüyordum, o halde beni niçin kör haşr ettin?" Allah-u Teala ona şöyle buyurur: "Sen bizi unuttuğun gibi bugün de sen unutuldun. Daha sonra onu ateşe atarlar." Hakeza Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı Allah için riyadan uzak olmak ve sadece dinin öğretilerini öğrenmek için kıraat edenin sevabı bütün meleklerin, nebilerin ve resullerin sevabı gibidir."
Resulullah (s) hakeza şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı riya veya kibir için öğrenen veya cahillerle mücadele etmek ya da alimlere karşı kibirlenmek veya dünyayı elde etmek için öğrenen kimsenin Allah-u Teala kıyamette kemiklerini dağıtır ve ateşte hiç kimse onun gibi azap görmez. Tüm azaplarla azaplanır; zira Allah-u Teala en çok ona gazap etmiştir." Hakeza Resulullah (s) şöyla buyurmuştur: "Kur'an'ı öğrenen, ilminden tevazu eden, Allah'ın kullarına öğreten ve Allah'tan büyük mükafat taleb eden kimsenin ise cennette en büyük sevabı olacaktır. Ve ondan yüce mertebesi olan hiç kimse yoktur. Cennette olan en yüce makamlar ona verilecektir."
Tertilin Manası Beyanında
Kur'an'ın nefiste etkili olmasına sebep olan ve Kur'an'ı kıraat eden kimsenin dikkat etmesi gereken hususlardan biri de kıraatte tertildir. Ve hadisi şeriflerde yer aldığı üzere ter-til insanın çok acele veya çok yavaş bir şekilde okumaması-dır. Nitekim, Hz Sadık(a) "Kur'an'ı tertille okuyunuz" ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Hz. Emirel müminin şöyle buyurdu: "Yani Kur'an'ın harflerini kamil bir şekilde izhar et ve şiirde acele ettiğin gibi Kur'an okurken acele etme. Hakeza harfleri dağınık çakıl taşlan gibi de dağıtma kalbi etkileyecek ve duygulandıracak bir şekilde okuyun ve gayretiniz sürenin bitimi olmamalıdır."
Yani maksadınız sadece Kur'an'ı bir kaç günde hatmetmek veya bir süreyi hemen bitirmek veya sona erdirmek olmamalıdır. O halde Allah'ın kelamını okumak ilahi ayetlerle kendi kasvetli kalplerini tedavi etmek ilahi-cam'i kelamla kalbi hastalıklarını iyileştirmek bu gaybi çırağın hidayet nurundan istifade etmek, uhrevi makamlar ve kemal merhalelerine ulaşmanın yolu olan bu nuru elde etmek isteyen insan bunun zahiri ve batını nedenlerini temin etmeli ve surî ve manevi adablarına riayet etmelidir. Ama bizler Kur'an'ı okurken mana, maksat, emir, nehy, vaaz ve sakındırmalarmdan tümüyle gaflet ettiğimiz gibi cehennemin sıfatları, şiddetli azabı ile cennet ve nimetlerinin keyfiyetinin de bizimle hiç bir ilgisinin olmadığını sanıyoruz. Hatta Allah korusun bir roman okurken kalp huzurumuz daha çok ve duygularımız daha hassastır. Ama Allah-u Teala'nın kitabını okurken zahiri adablarından bile gaflet ediyoruz.
Hadisi Şerifte yer aldığı üzere "Kur'an'ı hüzünlü bir şekilde ve güzel bir sesle okuyunuz" Hz. Ali bin Hüseyin (a) Kur'an'ı güzel bir şekilde tilavet ediyordu. Öyleki oradan geçen kimseler duruyor, onun Kur'an okuyuşunu dinliyor ve kendinden geçiyorlardı. Ama biz Kur'an'ı okurken daha çok kendi güzel sesimizi insanlara duyuruyoruz. Kur'an veya ezanı bir vasıta kılıyoruz. Maksadımız Kur'an'ı tilavet etmek ve bu müstahab amelle amel etmek değildir. Bilcümle şeytanın ve nefs-i emmarenin hileleri çoktur. Ve genellikle batılı hakka benzetmekte, çirkin ve güzeli birbirine karıştırmaktadır. Dolayısıyla bunların şerrinden ve hilesinden Allah'a sığınmak gerekir.
Fasıl
Namazda Eli Kaldırmanın ve Sonra da Ters Çevirmenin Beyanında
Hadis-i Şerifte şöyle yer almıştır: "Namazda ellerini kaldır ve sonra onu geri çevir." Zahire bakılacak olursa elleri kaldırmak tekbirler sırasındadır. Eli ters çevirmekten maksat ise muhtemelen elin içini kıbleye doğru yöneltmektir. Nitekim tekbir söylerken elleri kaldırmanın istihbablanndan birisi de budur ve belki de hadisteki elleri kaldırmaktan maksat kunut esnasında elleri kaldırmaktır ve ellerini ters çevirmekten maksat ise elin içini göklere doğru çevirmektir. Nitekim fakihlerde bunun mustahab olduğunu söylemişlerdir. Ama bu rivayette birinci ihtimal daha da güçlüdür.
Bilki fakihler arasında meşhur olan budur ki, tekbirlerde insanın ellerini kaldırması müstehabtır. Bazıları bir takım emirlerin zahirlerine bakarak bunun farz olduğunu söylemişlerdir. Örneğin: "Fasalli li rabbike venhar" ayetinin tefsirinde menkul» olan bazı rivayetler ayette geçen "nahr" kelimesinden maksadın tekbir esnasında ellerini kaldırmak olduğunu söylemektedir. Ama rivayetlerde yar alan birçok şahidler bunun müstehab olduğuna delalet etmektedir. Gerçi insanı zahirinden alıkoyan bir takım karinelerden sarf-ı nazar edersek bu rivayetlerde elleri kaldırmanın farz olduğu yer almıştır. Ama bu rivayetlerin arasını bulmak için istihbabma hükmetmek zorundayız. Bir rivayette yer aldığı üzere ise sadece imamın elini kaldırması söylenmiştir ve dolayısıyla da bunun sadece imam ve me'mun hakkında olduğu, dolayısıyla münferiden namaz kılandan bu teklifin düştüğü söylenebilir. Dolayısıyla elleri kaldırmanın herkese farz olduğuyla da hiç bir çelişkisi yoktur. Ama imamın ellerini kaldırması, ona uyanlar içinde kifayet etmektedir. Nitekim imamın kıraati de kendisine uyanlara kifayet etmektedir. Velhasıl namazlarda ellerini kaldırmak müstehab adablardan biridir. Ve insanın mümkün mertebe bunu terk etmemesi gerekir. Hatta alimlerden bazısı bunun farz olduğuna bile hükmetmiştir. O halde dinde ihtiyat insanın onu asla terk etmemesini gerektirmektedir.
Elleri Kaldırmanın Sim Beyanında
Velhasıl namazlarda söylenen tekbirlerde insanın elini kaldırması namazın süsüdür. Cebrail'in ve göklerdeki meleklerin namazı da böyledir. Nitekim İbni Nebate'den nakledilen bir rivayette Hz. Ali (a) bunu beyan etmiştir. İmam Rıza (a) bu hususta şöyle buyurmuştur: "Namazda elleri kaldırmanın sırlarından biri, onda sadece Allah'a yönelmek, ihlas ve Allah'a yalvarıp yakarma haleti olduğundandır. Bu yüzden Allah-u Teala kendisi zikredildiğinde kulunun sadece kendisine yönelmesini sevmekte, ihlaslı olmasını istemektedir. İnsan bu vasıtayla Allah'a yönelsin niyetinin farkında olsun ve kalbiyle Allah'a teveccüh etsin.
Bu söylenenler marifet ehlinin söyledikleriyle de mutabıktır. Ki insan ellerini kaldırınca Allah'tan gayrisini bir kenara itmekte, bütünüyle Allah'a yönelerek ihlaslı bir şekilde ona teveccüh etmektedir. Zira aşk ve muhabbet mektebinde Allah'tan gayrisine teveccüh şirktir. İnsan bu teveccüh sayesinde manevi ve hakiki miracı yani ilallah'a yolculuğu gerçekleştirir. Bu yolculuk ve miraç ise Allah'tan gayrisini terk etmedikçe gerçekleşemez. Nitekim namazdan önce söylenen yedi iftitah tekbiri de mülkî ve melekutî yedi hicabı yırtmak içindir.
Bilindiği gibi Allah'ın velileri her bir tekbirle hicablardan birini yırtar ve bu hicab alemlerini aşarlar. Daha sonra başka hicabları keşfeder ve kalplerine başka bir takyidî tecelli hasıl olur. Yine bu da yollarına engel olamaz ve onları meşgul edemez. Dolayısıyla başka bir tekbirle onu da ortadan kaldırırlar. Adeta kalplerinin batını şöyle demektedir: "Allah taklidi tecelli ile tecelli etmekten daha büyüktür." Nitekim Hz. İbrahim (a) da o irfanı şühudi ve takyidî tecelli seferinde böyle yaptı. O halde ilallah saliki olan bir insan birbir söylediği tekbirler sayesinde bütün hicabları yırtar ve son tekbire varır. Onunla da yedinci hicabı yırtar ve Allah'tan gayrisini yok eder. Ve şöyle der: "Şüphesiz ki ben yüzümü yerleri ve gökleri yaradan Allah'a yönelttim." Nitekim Hz İbrahim (a) da böyle buyurmuştu. Daha sonra babları feth eder ve celal kapısını keşf eder. Daha sonra Allah'a sığınır. Ve Allah-u Te-ala'nın ismiyle içeri girer. Nitekim aşağıdaki rivayet de buna işaret etmiştir.
Hz Ali (a) şöyle buyurmuştur: "Resulullah (selallahu aleyhi ve aleyh) miraç gecesinde yedi hicabı kat etti. Ve her hicabın yanında bir tekbir söyledi. Sonunda Allah-u Teala onu kerametinin inayetine erdirdi. Bu hadisin bir benzeri de İmam Musa bin Cafer (a) dan nakledilmiştir. Ama o rivayette Resulullah'm hicabı yırttıktan sonra tekbir getirdiğini söylemiştir. Ve bu irfani ekole daha da yakın olan bir itibardır. Zira insanın elini kaldırmasıyla hicabları ortadan kalkar ve keramet nurlarından bir nurun zuhuruyla insan tekbir söyler. O nurda nuranî hicablardan takyidi bir nur olduğu için yeniden el kaldırılır ve tardedilir. Sonunda mutlak zatî tecelli hasıl olur. İnsan kerametin nihayetine vasi olur. Ki bu evliyaların amellerinin gayesidir. Bu hadisi de buna hami etmek mümkündür.
Velhasıl bizler bu manaları idrak etmekten mahrumuz. Nerde kaldıki şuhud veya vusul ile bilelim ! Gel görki bizler kalkmış bu makam ve dereceleri inkar ediyoruz. Evliyaların miracını ve temiz insanların namazını kendimizin namazı gibi sanıyoruz. Onların kemalinin kendi kemalimiz gibi olduğunu sanıyoruz. Anladığımızın nihayeti budur ki, onların namazlarının adabı ve kıraatlan iyidir. Şirk riya ve sum'adan uzaktır veya onların ibadetleri cehennem korkusu veya cennet şevki sebebiyle değildir. Halbuki bu onların resmi ve mu-tedavil olan makamlarından biridir. Namazda ve bu ruhani miracda onların öyle bir takım makamları vardır ki, bizim gibiler tasavvur dahi edemez.
Şeytanın Hilelerinin Birinin Beyanına
Bu makamda söylenmesi gereken nüktelerden biri de şudur ki, insanı manevi makamlara ve kemale ulaştırmaktan alıkoyan en büyük engellerden birisi manevi veya gaybi makamlardan birisini inkar etmektir. Ve bu inkar bütün delalet ve cehaletlerin sermayesi ve donukluğun nedenidir. Kema-latlara vusulün burakı olan şevk ruhunu öldürür. Kemali ve ruhani miracın refrefî olan aşk ateşini söndürür. O halde insan talepten alıkonur. Bunun aksine eğer insan manevi makamlara ve irfani derecelere halis bir şekilde inanırsa, bizzat bu inanç fıtri aşk ateşini onda uyandırır, kendisine yardımcı olur ve bu iştiyak nurunu kalbinin derinliklerinde alevlendirir. Böylece insan yavaş yavaş taleb etmeye başlar. Müşahedeye koyulur, sonunda da Allah'ın hidayetine şamil olur. Ve Allah-u Teala'da böyle bir insanın elinden tutar. Hamd Allah (c.c)'a mahsustur.
Fasıl
Misvakın Fazileti Beyanında
Bilki Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve alihi) bu hadis-i şerifte tavsiye ettiği misvak kullanmak şer'i müstahab adab-1 arından birisidir ve belirli bir zamanda misvak etmek daha da müekked bir ameldir. Yani abdest alırken, namaz kılarken, Kur'an kıraat ederken, seher vaktinde,kked bir ameldir. Hadis-i şeriflerde büyük bir te'kidle misvak edilmesi vurgulanmıştır ve misvağın birçok özellik ve hususiyetleri zikredilmiştir. Biz bunlardan teberrüken bazılarını naklediyoruz.
Ebi Abdillah (a) şöyle buyurmuştur: "Misvakta on iki haslet vardır. Resulullah'm sünnetindendir. Ağzı temizler, göz nurunu artırır, Allah'ı razı eder, balgamı kurutur, hafızayı güçlendirir, dişleri beyazlatır, iyilikleri artırır, dişin arkasındaki kabarıkları giderir, diş minelerini güçlendirir, iştihayı artırır, melekleri hoşnut eder."
Diğer hadislerde de bu manaya yakın beyanlar mevcuttur. Dolayısıyla insan gaybî batınî cihetlerinin en büyüğü olan Allah'ın rızasının yanısıra kendi sıhhat ve selameti içinde misvak etmeli, nebilerin bu sünnetiyle amel etmelidir. Bir hadiste Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Cebrail (a) bana misvakı o kadar tavsiyede bulunduki ben dişlerimden korkar hale geldim." Hakeza şöyle buyurmuştur: "Eğer ağır gelmeseydi ben ümmetime, abdest alırken ve namaz kılarken dişlerini misvaklamayı farz kılardım." Resulullah (s), Abdest suyunu ve misvakını başının yanma koyar ve suyunun üstünü bir şeyle örterdi. Uykudan uyanınca misvak eder, abdest alır, dört rekat namaz kılar ve yatardı. Sonra yine uyanır, misvak eder, abdest alır namaz kılar ve yine yatardı." İmam Sadık (a) bu hadisi zikrettikten sonra şöyle buyuruyor: "Sizler de Resulullah (sallallahu aleyhi ve alihi)'ye uyun."
Rivayetlerde de yer aldığına göre "iki rekat misvakla kılınan namaz, misvaksız kılman yetmiş rekat namazdan daha hayırlıdır." Hatta müstehab olduğu üzere insan abdesten önce misvak etmeyi unutursa sonra yerine getirmelidir ve daha sonra üç kere mezmeze etmelidir. Bu husustaki hadisler oldukça çoktur. İsteyen hadis kitaplarına müracaat etmelidir.
Fasıl
Güzel ve Kötü Ahlakın Temelleri Beyanına
Gerçi biz bu kitapta birçok münasebetler gereği nefsin ahlakını tafsili bir şekilde beyan etmeye çalıştık. Güzel ahlakla ahlaklanmanın ve kötü ahlaklardan kaçınmanın yollarını beyan ettik. Ama burada da icmali bir şekilde bazı açıklamalarda bulunmak istiyoruz. Bilki hûlk insanın nefsinde olan bir halettir ve insanı düşünce ve fikir olmaksızın amele davet etmektedir. Örneğin cömertlik hûlkuna sahip olan insan bu hûlku onu infaka davet edir. Ama bu hususta o insan hiç bir mukaddeme öngörmez ve hiçbir tercih fikrinde bulunmaz. Adeta tabii fiillerden biridir. Yani görmek ve duymak gibi. Hakeza iffet hûlkuna sahip olan nefis de adeta tabii fiillerden biriymiş gibi nefsini hıfz etmeye çalışır. Ve nefis, bir takım riyazet tefekkür ve tekerrür vasıtasıyla bu makama erişmedikçe hûlk sahibi olmamış ve nefsin kemali hasıl olmamıştır. Eğer hûlk kemalattan biriyse hemen yok olmasından korkulur. Ama eğer tabii fiiller haline gelir, kuvve ve haletleri boyun eğer Hakkın saltanat ve kahrı zahir olursa, artık zevali müşkül olur.
Ahlak alimleri buyurmuşlardırki, bu halet ve nefsin hûlku, insanda bazen tabiidir ve fıtrat aslı ve mizacı ile ilgilidir. Bu hem hayır ve saadet ve hem de şer ve şekavet cihetinde böyledir. Nitekim meşhur olduğu üzere bazıları çocukluk çağlarında hayra, bazıları da şerre meyillidir. Bazıları en küçük bir şeyden gazablanır, bazıları dehşete kapılır ve bazıları da ağlayıp sızlanır ve diğer bazıları ise bunların tam tersidir.
Bazende bu nefsani ahlak adetler muaşeret, tefekkür ve te-debbür sonunda elde edilir. Bazen ilk önce tefekkür, düşünce ile hasıl olur ve meleke haline gelir. Elbette bu makamda bir takım ihtilaflar vardır ki, biz konumuz uzayacağından sarf-u nazar ediyoruz. Zira bu bizi asıl maksadımızdan alıkoyar. Sadece bizlere faydalı olan ve bu makamla ilgili bir takım açıklamalarda bulunacağız.
Bilmek gerekirki bir hûlkun fıtri veya tabii olduğunu söylüyorsak onun zatı ve değişmez olduğunu söylemiyoruz. Aksine bütün melekeler ve nafsanî ahlakları, nefis, bu hareket ve değişiklik aleminde olduğu ve zaman ve teceddüd altında bulunduğu müddetçe değişebilir ve insan bütün ahlakını değiştirebilir. Nitekim burhan da bunu ispat etmekte, tecrübeler peygamberlerin davetleri ve hak şeriatların bizi güzel ahlaka daveti de bunu göstermektedir. Ahlak alimleri nefsin tüm faziletlerini dört türde taplamıştır. Bunlar hikmet, iffet, cesaret ve adalettir. Hikmet nümeyyiz ve natık olan nefsin faziletidir. Adalet ise bu üç faziletin adil ve itidalinden ibarettir. Diğer faziletleri ise bu dört fazilete hamletmişlerdir. Bunun tafsili konumuz dışında olduğundan sarf-u nazar ediyoruz ve zaten bizim gibilere de faydalı değildir. Sadece şunu bilmemiz gerekir ki bi'setin gayesi ve Resulullah (s)'m davetinin neticesi güzel ahlakı tamamlamaktır. Nitekim Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki, ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Hadis-i şeriflerde icmali ve tafsili bir şekilde güzel ahlaka, marifetlerden sonra en büyük önemi vermişlerdir. Ve biz bundan sonra bunlardan bazılarını zikredeceğiz.
Elbette bunun önemi bizim yaptığımız beyandan çok daha önemlidir. Şu kadar yeterlidir ki, güzel ahlak o neşetteki hayatın temelidir ve güzel ahlak vasıtasıyla insana verilen cennet, sıfatlar cennetidir. Dolayısıyla cismani ve ameller cenne-tiyle mukayese dahi edilemez. O cennette bütün nimetler ve büyük cismani lezzetler mevcuttur. Nitekim kötü ameller sebebiyle insana nasip olan en büyük azaplar da en büyük azaplardan ve elim olan azaplardandır.
İnsan bu alemde olduğu müddetçe kendisini zulmetlerden kurtarabilir ve o nurlara ulaşabilir. Evet edebilir ama bizler-deki bu soğuk ve gevşek haletler olduğu müddetçe, bu bizlere nasip olmaz. Görüldüğü gibi çocukluktan beri elde ettiğimiz kötü ahlak ve uygunsuz tavırları ömrümüzün sonuna kadar sürdürüyoruz. Hatta günü geçtikçe da artıyor ve şiddetlendiriyoruz. Adeta nebi ve evliyaların daveti bizimle ilgili değildir. Elbette bu ahlak ve amellerle nereye gideceğimiz ve hangi suretle haşrolacağımız malumdur. Bir an kendimize geldiğimizde herşeyi elden verdiğimizi görecek ve büyük bir pişmanlık içerisine gireceğiz. O zaman da kendimizdan başka hiç kimseyi kınamamalıyız.
Nebiler bize saadet yolunu gösterdiler. Alimler ve filozoflar da onların sözlerini bize tefsir ettiler ve bazı hastalıkların tedavi yollarını gösterdiler. Her dille tercüme ettiler ve her beyanla bizlere ifade ettiler. Ama bir türlü akledemedik; kalp, kulak ve gözlerimizi kapadık. O halde kendi kendimizi kınamalıyız. Nitekim Resulullah (s) de şerhiyle meşgul olduğumuz hadiste bunu buyurmuştur. Rivayetlerde o kadar güzel ahlakla ahlaklanmak ve kötü ahlaklardan ictinab etmemiz tavsiye edilmiştir ki, buraya nakli mümkün değildir. Ve bizler onların kitaplarına müracaat etmekten bile gaflet ediyoruz.
Ey Aziz ! Hadis ve rivayetlerle haşr-u neşr olan biriysen hadis kitaplarına özellikle Kafiye müracaat et. Eğer alimlerin ilmi ve içtihatları ile haşr-u naşr isen Teharet-ül A'rak kitabı ile merhum Feyz'in, Meclisin'in ve Neraki'nin ahlak kitaplarına müracaat et. Ve eğer kendini bütün bunlardan müstağni görüyor ve güzel ahlakla ahlaklanıp kötü ahlaklardan ictinab etmeyi gerekli görmüyorsan ilk önce hastalıkların anası olan cehaletini tedavi et ve biz bu makamı da bir hadis-i şerif ile sona erdiriyoruz. Ebi Abdillah (a) şöyle böyu-ruyor: "Allah-u Teala Resulünü güzel ahlak örneği kılmıştır. O halde nefislerinizi imtihan ediniz. Eğer sizde de güzel ahlak var ise Allah'a hamd ediniz ve onu artırmaya çalışınız." Ve daha sonra İmam şöyle buyurdu: "Güzel ahlak on tanedir. yakin, kanaat, sabır, şükür, hilim, hulkun güzelliği, cömertlik, gayret, cesaret ve mürüvvet." Bu hadis birden çok yolla nakledilmiştir. Sadece Meanil Ahbar adlı kitapta ilmin yerine, "rıza" nakledilmiştir. Bu hadis Kafi'de de az bir farklılıkla nakledilmiştir.
İmam Sadık (A) da şöyle buyurmuştur: "Güzel ahlakla ahlaklamn; zira Allah-u Teala güzel ahlakı sever. Ve kötü sakının zira Allah-u Teala kötü amellerden bugz eder." İmam Sadık (a) daha sonra şöyle buyurdu: "Güzel ahlaka sarılın zira güzel ahlak, sahibini oruç tutan ve namaz kılanların derecesine ulaştırır." Ebi Cafer (a) ise şöyle buyurmuştur: "Resu-lullah (s) şöyle buyuruyur; kiyamet gününde ameller mizanına güzel ahlaktan daha faziletli bir şey bırakılmaz." Ve daha sonra şöyle buyurmuştur: "Ümmetimi cennete sokan en fazla şey Allah korkusudur ve güzel ahlaktır."
İmam Sadık (a) ise şöyle buyurmuştur: "Güzellik ve güzel ahlak diyarları abad kılar ve ömürleri uzatır." Hakeza İmam şöyle buyurmuştur: "Allah-u Teala güzel ahlakın sevabını gece gündüz yapılan kendi yolundaki cihadın sevabı kadar kılmıştır."
Bu babda rivayetler oldukça çoktur. Güzel ahlak imanın kemaline, mizanın ağırlığına ve cennete girmeye sebeb olur. Kötü ahlak ise bunun aksine imanı ifsad eder. İnsanı ilahi azaba mübtela kılar. Nitekim hadiste de buna işaret edilmiştir.
Ebi Abdillah (a) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki kötü ahlak, sirkenin balı ifsad ettiği gibi imanı ifsad eder." Başka bir rivayette ise şöyle yer almıştır: "Kötü ahlak sirkenin balı ifsad ettiği gibi amelleri ifsad eder." Resulullah (s) den nakledildiğine göre: "Allah-u Teala kötü ahlak sahibi olan birinin tövbesini kabul etmez." kendisine bunun sebebi sorulduğunda ise şöyle buyurdu: "Zira kötü ahlak sahibi bir günahtan tövbe etse de, daha kötü bir günaha duçar olur." Bir hadiste ise şöyle buyurmuştur: "Ahlakı kötü olan insan kendisini azaba mübtela kılmıştır."
Malumdur ki, kötü ahlak insanı daima azaba duçar kılar ve ahiret aleminde de bir çok zulmetlere, baskılara ve zorluklara sebeb olur. Nitekim bazı hadislerin şerhinde bunu beyan ettik. Evvelinde de sonunda da hamd Allah (c.c)'a mahsustur.