"Hs. Sadık (as) buyurdu ki: "Emirulmü'nıinin (as) şöyle buyuruyordu: "Gönlünü düşünmekle ikaz et. (tenbih et). Geceleri az uyu ve Rabbin Allah'tan kork." (*)
(*) Kafi, C. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Küfr, Babu'l-Tefekkür, 1. hadis.
ŞERH
"Tenbih" kelimesi gafletten uyarmak ve uykudan uyandırmaktır ve burada her iki anlam da uygun düşmektedir, çünkü kalpler düşünmekten önce gaflet ve uyku halindedirler ve düşünmekle uyanlıp uykudan uyandırılırlar. Bedenin uyku ve uyanıklığı, gaflet ve gafletsizliği ile nefsinkiler birbirinden farklıdır. Zahirî göz uyanıkken, batınî gözün ve basiretin derin bir uykuda olması ve nefs melekûtunun gaflet ve bilinçsizlik durumunda bulunması mümkündür.
"Düşünmek" de düşünce üretmektir. Bilinen şeyleri tertip edip onlar aracılığıyla bilinmeyen sonuçlara ulaşabilmektir. Ve bu salikin'in (Allah yolunun yolcularının) makamların-dandır.
"Bil ki düşünmek, rağbet edilip istenen bir hususun idrak edilmesi için, basiretin devreye girip çaba harcamasıdır." (*) Ve kalplerin rağbet edip istediği şeyin "marifet" olduğu açıktır. Bu nedenle de bu hadiste sözü edilen düşünmenin kalplerle ve onların hayatıyla ilgili özel bir anlamı vardır.
Kalbin ne olduğuyla ilgili olarak da pekçok görüş ve değerlendirme mevcuttur. Tabibler ve halk genelinin nazarında kalp, kasılıp gevşemesiyle kanın damarlarda hareket etmesini sağlayan ve hayatiyetin devamını sağlayan bir et parçasıdır. Filozoflar da kalbi, nefsin bazı makamları şeklinde tanımlarlar. İrfan ehli ise kalb için kimi makam ve mertebelere kailler ki onların terimlerinin derinliklerine dalmak konumuzun kapsamı dışında kalmaktadır. Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde de kalb bütün bu anlamlarda kullanılmıştır. Nitekim "Zira kalpler (yürekler) gırtlaklara dayanmıştır. (**) ayetinde tabiplerin kullandığı anlamda; "Kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar" (***) ayetinde filozofların kullandığı anlamda, ve "Muhakkak ki bunda kalbi olan şahud şa-hid olarak (zihnini toplayarak dikkatle) kulak veren kimse için bir öğüt vardır" (****) ayetinde de ariflerin kullandığı anlamdadır. Düşünmeyle ilgili hadis-i şerifteki maksad ise filozoflann kullandığı anlamdadır. Çünkü ariflerin terimi olan kalbin düşünmekle bir ilgisi yoktur.
(*) Menâzil es-Sairîn Şerhi, s. 30.
(**) Mu'min Suresi, 18.
(***)A'raf Suresi, 179.
(****) Kaf Suresi, 37.
"Geceleri az uyu" ifadesine gelince "Câfî", "ba'ude" (uzaklaşmak, uzak durmak) anlamındadır. "Sıhah"ta ve büyük edip Ağa Şeyh muhammed Rıza İsfehanî'nin "Celliyet el-Hal'mde üzerinde ayrıntısıyla durulduğu gibi, bundan amaç, geceleri uyanıp ibadetle meşgul olmaktır.
Bundan sonra ise takva ve mertebeleri açıklanacaktır in-şaallah. Şimdi birkaç bölüm içinde bu hadisi yorumlamaya çalışalım.
1. bölüm
Düşünmenin Faziletine Dair
Bil ki, düşünmenin pek çok fazileti vardır. Düşünmek, marifet kapılarının anahtarı, kemaller ve ilimler hazinesinin kilidi ve insaniyetin sülük lüzumunun bir gereğidir. Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde pek çok önemi belirtilmiş ve yüceltilmiş onu terkedenler kınanıp reddedilmiştir.
Kafî'de senedi Hz. Sadık'a (as) ulaşan şöyle bir rivayet vardır: "İbadetin en faziletlisi Allah'ı ve O'nun kudretini düşünmektir. "
Başka bir hadiste de bir saatlik düşünme, bir gecelik ibadetten üstün sayılmıştır. Peygamber'in (sav) bir hadisinde ise bir saatlik düşünmenin, bir senelik ibadetten daha hayırlı olduğu belirtilmiştir. Başka bir hadiste de "Bir saatlik düşünme, altmış yıllık ibadetten üstündür" buyurulmuştur. Bir diğer hadiste "yetmiş yıl"; ve bazı fıkıh vehadis alimlerinden "bin yıl" rivayeti de vardır.
Her halükarda düşünmenin pek çok derece ve mertebeleri vardır ve her mertebenin de bir sonuç veya sonuçları vardır ki biz bunlardan bir kısmını zikredeceğiz.
Birincisi: Hakk'ı ve O'nun isim, sıfat ve kemalatını düşünmektir. Bunun sonucu ise, Hakk'ın varlığının ve tecellilerinin ilmine ermektir. Ve bu düşünmenin en faziletli mertebesi, ilim mertebelerinin en yücesi ve delil mertebelerinin en keskinidir. Çünkü illetin (neden) zatına bakmak ve Mutlak Sebep üzerinde düşünmek malul ve müsebbebin ilmine ermeyi sağlar ki bu, sıddıkların kalb tecellilerinin eseridir ve bu nedenle de ona "burhan-ı sıddıkîn" (sadıkların kanıtı) denilmektedir.
Zira sıddıklar, zatı müşahede ederek isim ve sıfatların müşahedesine ererler ve isimler aynasında görüntü ve zahirleri müşahede ederler. Bu tür kanıta "burhan-ı sıddıkîn" (Sadıkların kanıtı) dememizin sebebi, bu kanıt noktasına ulaşanların artık hiçbir kanıta gerek duymamaları, kalın ilim ve kanıt örtüsünden sıyrılıp düşünmeksizin ve herhangi bir delile gereksinim duymaksızın ve hatta başka hiçbir şeyi aracı kılmaksızm Mutlak Güzel'in güzelliğini müşahede edebilmeleri, daimi lezzete ermeleri, dünyadan ve içindekilerden sıyrılmaları ve küllî faniliğin o yüce örtüsünün altına girip bakîleşmeleri ve onlardan hiçbir isim ve resmin baki kalmaması ve mutlak birer meçhul olmalarıdır.
Meğer ki Hakk'm yardımı imdatlarına koşup kendi memleketlerine döndürsün ve Zat'm aynasında isim ve sıfatları müşahede etmeleri sağlayıp onları yeniden zahire döndürsün. Böylece, nübüvvet beratıyla ödüllendirilmiş olur böyle-leri. Ve nebiler ile rasuller arasındaki fark bu makamda belirginlik kazanır. Ama bu hususun ayrıntısına girmek, konumuzun dışında kalmaktadır. Şu halde onlardan ve "burhan-ı sıddîkîn'den de sarfı nazar ediyoruz. Çünkü bunları anlatmak sözün çok fazla uzamasına yol açacaktır.
Tamamlama
Hakk'm Zâtını Düşünmenin Uygun ve Yasak Yanlarına Dair
Cahillerin bizim "(Allah'ın) zat, isim ve sıfatlarını düşünmek" sözümüze Allah'ın zatını düşünmenin rivayetlerce yasaklandığını belirterek karşı çıkması ve o yasak olan durumun, Allah'ın zatının niteliğine ve ne olduğuna ilişkin düşünme olduğunu göz önünde bulundurmaması mümkündür. Filozofların da ifade ettikleri gibi, Allah hakkında zatının niceliği ve niteliği dışında kalan düşünme pek çok rivayette de yer almaktaır.
Ama zatın niteliğini düşünmenin yasaklığı da bu filozofların kitaplarında delilleriyle gerekçelendirilmiş ve bunun niçin yapılmaması gerektiği açık bir şekilde belirtilmiştir. Ayrıca bu alanda serbest olan düşünmenin şartlan ve kimlerin bu işe kalkışabileceği hususunu da kitaplarının başında veya sonunda açıklamışlardır. Nitekim İslam'ın iki büyük bilgin ve filozofu, Şeyh Ebu Ali Sina (İbn Sina) ve Sad-rül-Müteellihîni, (Şarat'm sonunda ve Esfar'm başında bu hususta belirgin tavsiyelerde bulunmuşlardır.
Allah'ın zatına O'nun varlığını ve birliğini isbat ve O'nu tenzih ve takdis etmek maksadıyla bakmak ise peygamberlerin gönderiliş amacı ve ariflerin hedefi olup Kur'an ve hadisler bunun pek çok örnekleriyle doludur. Usûl-i Kafi ve Şeyh Sadûk'un Tevhid'i gibi muteber kitaplar Allah'ın zatını ve isim ve sıfatlarını isbata gayret göstermişlerdir. Ve peygamberlerin risaleti ile filozofların kitapları arasında bu açıdan mevcut farklılık ise sadece terimlerde ve kısalık ve uzunluktadır. Tıpkı fıkıh alanındaki farklılıkların anlamda değil, terimlerde ve kısalık ve uzunlukta olması gibi.
Asıl tehlike ise kimi cahilerin ilim kisvesine bürünüp son yüzyılda olduğu gibi kitaba ve sünnete uymayan dayanaktan mahrum esassız iddialarla ve sadece kendi cahilliği esasına dayanarak mebde ve mead ilmini reddetmeye kalkışmaları ve oyunlarım yaygınlaştırmak maksadıyla enbiya ve evliyanın (selamullahi aleyhim) nihaî gayesi olan ve Allah'ın kitabı ve Ehl-i Beyt'in (selamullahi aleyhim) rivayetlerinin kendisiyle dolup taştığı marifet alanına uzanmayı haram saymaları ve bu alanda çaba harcayanlara ağızlarına geleni söylemeleri, Allah'ın kullarının kalplerini mebde ve mead ilminden uzaklaştırmaları ve bu yolla aralarına ayrılık tohumları ekmeleri ve eğer kendilerine bunun sebebi sorulursa "Allah'ın zatını düşünmeyin" hadisini delil göstermeleridir.
Oysa bu cahiller iki açıdan cehalet ve yanılgı içindedirler:
Birincisi; bunların filozofların zatı düşündüklerini sanmalarıdır. Oysa unutuyorlar ki, filozoflar da zatı düşünmenin uygunsuzluğunu açık bir şekilde ifade etmişlerdir.
İkincisi de, bunların sözkonusu hadisin anlamını kavrayamamış olmalan ve bu hadisin, "Allah'ın mukaddes zatının ismini bile anmamak" anlamına geldiğini sanmalarıdır.
Şimdi biz (yetersiz anlayışımız arasında) bazı rivayetleri biraraya toplayıp birbiriyle ilişkilendirmeye çalışacak ve insafı hakem kılacağız. Gerçi bu, bizim hadis yorumumuzun bir oranda kapsamı dışına çıkmak olacaktır, ama bu husustaki kuşku ve batıl anlayışın ortadan kalkması için bunun yapılması belki de zorunluluk arzetmektedir.
"Ebu Ca'fer dedi ki: "Allah hakkında değil, Allah'ın ya-, rattıkları hakkında konuşun. Çünkü Allah hakkında konuşmak, konuşanın hayretini artırmaktan başka birşey sağladmaz," (*)
Bu hadis, Allah'ın zatının niteliğini ve ne olduğunu araştırmayı engellemektedir. Çünkü Allah'ı ve O'nun kemalatıni, tevhidi ve Allah'ın tenzihini düşünmek kişiyi hayret ve şaşkınlığa itmez, ama bunları düşünmesi bile kendisini hayret ve şaşkınlığa itebilecek kişileri, bunları düşünmekten sakındırıyor da olabilir.
Merhum hadis alimi Meclisi (rahimetullah) da bu iki ihtimali anmış ve ilkinin daha doğru olabileceğini buyurmuştur:
"Herşeyi konuşun, ama Allah'ın zatı hakkında konuşmayın. " (**)
Buna benzer ifadeler ihtiva eden başka hadisler de var ki tümünün burada zikri zarurî değildir.
"Allah'ı düşünmekten sakının, ama eğer azametini görmek istiyorsanız, O'nun en muazzam yaratığına bakın." (***) Bu rivayette de kendisinden sakındırılan şey, Allah'ın zatının niceliği hakkında düşünmektedir, çünkü hadisin sonunda "eğer Allah'ın azametini görmek istiyorsanız, en muazzam yaratığına bakarak bakarak O'nun azameti hakkında fikir edinebilirsiniz" buyrulmuştur. Ve bu, insanların düşünme metoduna uygun birşeydir. Çünkü insan, yaratıkları düşünerek marifetlere erişir.
Görüldüğü gibi bu ve benzeri hadislerin tümü bizim söylemek istediklerimizi desteklemektedir. Ama maksadı daha da açık hale getireni, Kafî'de yer alan şu hadis-i şeriftir:
(*) Kafi, C. 1. Kitabu't-Tevhid, Bab el-Nehyi ani'l-Kelam fı'1-Keyfiy-
yeh, 1. hadis.
(**) Kafi, C. 1. Kitabu't-Tevhid, Bab el-Nehyi ani'l-Kelam fi'1-Keyfıy-
yeh, 1. hadis.
(***) Kafi, C. 1. Kitabu't-Tevhid, Bab el-Nehyi ani'l-Kelam fi'l-Key-
fiyyeh, 7. hadis.
"ibadetlerin en faziltelisi Allah'ı ve O'nun kudretini düşünmektir." (*) Şu halde, Hakk'ı ve O'nun zatının isbatını düşünmek, kudretini ve sair isim ve sıfatlarını düşünmek, yasak olmak şöyle dursun, ibadetlerin en faziletlisidir aynı zamanda.
Ayrıca Kafî'de yer alan bir diğer hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "Ali h. Huseyn'e (as) tevhid hakkında soruldu. Dedi ki: "Allah (cc) ahir zamanda (ilimde) derinleşenler olacağını bildiğinden "Deki: Allah tek'dir" ayeti ile Hadid Suresinden "O kalplerin özündekini bilir" ayetine kadarki ayetleri indirdi. Kim bundan fazlasını araştırıp bulmak isterse helak olur." (**)
Şu halde, Hakkın tevhid ve tenzihi ve varlıkların gönderilip ve geriye dönüşüyle ilgili bu ayetlerin ilimde derinleşenler ve dakik fikirlerin sahibi kimseler için olduğu anlaşılmaktadır. Peki buna rağmen Hak Teala hakkında düşünmenin haram olduğu söylenebilir mi? Acaba hangi arif ve filozof, "Hadid" suresinin başlangıcında yer alan marifetleri getirebilmiştir. Bütün yapmak istediklerinin ve marifetlerinin sonucu sadece "Göklerde ve yerde bulunan herşey Allah'ı teşbih eder" (***) neticesidir, acaba kim, "O ilktir, sondur, zahirdir, batındır ve herşeyi bilendir O." ayetinden daha iyi bir şekilde HakTeala'yı tavsif edip mukaddes zâtının cilvelerini ortaya koyabilir.
(*) Kafi, C. 2., Kitabu'1-iman ve'1-Küfr, Babu't-Tefekkur, 3. hadis.
(**) Kafi, C. 1., Kitabu't-Tevhid, babu'l-Nisbeh, 3. hadis.
(***) Hadid Suresi, 1.
Dostun canına kasem olsun ki, eğer Kitab-ı Kerim-i İlahî'nin hakkaniyetini göstermek için sadece bu ayet nazil olsaydı bile bu, gönül ehli için kafi gelirdi. Resul-i Ekrem ve Hulefa-i Ma'sumin'in (selamullahi aleyhim) hutbe, eser ve rivayetlerine bakın da hangi filozof ve arifin ma'rifet maksad-larını onlar kadar açıklayabildiğini görün! Onların bütün sözleri, her kesimin kendi anlayışı oranında istifade edebileceği tarzda, Hakkın tavsifi ve Zat-ı Mukaddes'in zat ve sıfatlarının delilleriyle dopdoludur.
Şu halde, bu rivayetler, zatın niceliği ve niteliği hakkındaki düşünmenin yasak olduğunu göstermektedir. Nitekim Kafi'de yer alan hadiste de bu belirtilmiştir: "Allah'ın nasıl-lığını, neliğini araştıran, helak olur" (*) Veya bu alana adım atma durumunda bulunmayan kişileri bundan sakındırmak-tır. Nitekim bu hususun da rivayetlerde sözü geçti, ama bu işin ehli olanlar için bu, bütün ibadetlerden daha hayırlı ve daha tercihe şayandır.
Gerçi, güttüğümüz maksattan epey uzaklaşmış olduk. Ama bu alanda son zamanlarda ortaya çıkan fasid ve yanlış görüşleri bertaraf etmek için başka çıkar yol yoktu. Belki bu sözler bazı kalpleri etkiler ve eğer bir kalbi bile etkilese bu bana yeter. "Ve'l-hamdu lillahi rabbi'l-âlemîn."
(*) Kafi, C. 1. Kitabu't-Tevhid, Bab el-Nehyi ani'l-Kelam fı'1-Keyfiy-yeh, 5. hadis.
2. bölüm
Yaratılmışlar Hakkında Düşünmeye Dair
Düşünmenin bir diğer derecesi de insan takatinin elverdiği oranda yaratılmışları ve yaratılışın zerafet ve dakikliğini düşünmektir. Bunun sonucu da mebde-i kâmil ve Hakim San'atkâr'm ilmine ermektir, ama bu burhan-ı sıddîk'm (sa-dıklann delilinin) tersi bir durumdur. Çünkü onda delil, Hak teala'nın (azze ve celle) kendi makamıdır ve O'ndan yola çıkılarak tecelli, zevahir (zahiri ve görünür şeyler) ve ayetlerin ilmine ulaşılır. Oysa bu makamda delilin başlangıcı yaratılmışlardır ve yaratılmışlardan yola çıkılarak Allah'a ulaşılmaktadır. Bu ise burhan-ı sıddıkîn değil, avamın delil ve burhanıdır.
Hasılı yaratılmışların zarif ve dakik durumunu düşünmek, yararlı bir ilim, kalbin faziletli bir ameli ve ibadetlerin en faziletlisidir. Çünkü bu durumun sonucu, sonuçların en şereflisidir. Gerçek bütün ibadetlerin aslî sonucu ve gerçek sırrı marifetin elde edilmesidir. Ama bu marifet sırrı herkesin ve bizim gibilerin harcı değildir. Bunun ehli olanlar vardır ve onlar için her ibadet Allah'ı tanıma ve müşahede etmenin tohumudur.
Herşeye rağmen, yaratılışın zerafet ve inceliğini hakiki anlamda idrak etmek insanlık için henüz mümkün olamamıştır. asırlar boyunca vücuda getirilen ilim en ufak bir yaratığın yaratılış zerafetini ve dakikliğini bile tam anlamıyla kavramaktan acizken nasıl olur da bütün yaratılmışlar alemini tam anlamıyla idrak edebilir?
Şimdi nazar-ı dikkatinizi nisbeten kavranabilir ve du-yumsanır bir yaratılış inceliğine çekmek istiyoruz. (Artık bu özetten, ayrıntıyı sen kendin oku).
Ey aziz! Güneş ile dünya arasındaki şu orantıya, aralarındaki belirli mesafeye ve dünyanın bu kendine özgü, ekseni etrafında ve güneşin çevresinde belirli bir ölçü dahilinde, geceyle gündüzü ve mevsimleri meydana getirecek tarzda dönmesine bak ve düşün. Bu ne mükemmel sanatkarlık ve hikmettir ki eğer dünya güneşe biraz daha yakın veya daha uzak olsa, birinci durumda sıcaklığın ve ikinci durumda soğuğun şiddetinden yeryüzünde ne maden ne bitki ve ne de herhangi bir canlı var olabilirdi. Ve eğer dünya dönüyor olmasaydı ne gece ile gündüz ve ne de mevsimler olabilirdi ve dünyanın büyük bir kesimi veya tamamı yaşamaya elverişli olmayan bir durumda olurdu.
Niçin bu kadar uzağa gittik? İnsan dönüp bir bakıversin kendi yaratüışındaki inceliğe. Öncelikle kendi zahirî idrak kaynaklarına baksın ki her biri belirli bir ölçüye göre yaratılmıştır. Bu dünyada idrak edilebilen herşey için, akılları hayrete sürükleyecek birer idrak kaynağı (duyu organı) var edilmiş ve zahirî duyularla idrak edilemeyen manevî hususlar için de batmî güçler vücuda getirilmiştir. İnsan elinin ulaşmakta aciz kaldığı ruh ilmi ve ruhanî kuvve bir yana, sen şu beden ilmini, bedenin yapısını ve her biri zahirî ve batmî organını gözünün önüne getirip düşün. Gör ki insanlık binlerce yıllık ilmi çaba ve birikimine rağmen bu bedenin binde birinin ilmine erişememiş ve bu işin erbabı alimler bu muazzam yapı ve sistem karşısında aezlerini açık bir dille ilan etmişlerdir. Kaldı ki aslında insan bedeni, bütün diğer dünya varlıkları karşısında naçiz biryapı arzetmekte ve dünya ile bütün içindekiler, güneş sistemi karşısında bir hiç durumunda bulunmaktadır. Bizim güneş sistemimiz de diğer güneş sistemleri arasında naçiz bir konuma sahiptir. Ve bütün bu sistem ve yapılan muazzam bir uyum ve düzen içinde bina edilmiş öyle ki bir tek yapı taşında bile her hangi bir kusur bulunamaz ve bütün insanların aklı onun bir tek dakikasını bile kavramaktan acizdir.
Acaba bütün bunlara rağmen aklmız,bu muazzam yapının ve bu dakik ve birbiriyle orantılı sistemler bütününün, başka hiçbir varlığa benzemeyen bir Alim-i Kadir-i Hakim tarafından yaratıldığı hususunda başka bir delile ihtiyaç duyacak mıdır?
"Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında da şüphe ha?" (*)
İnsanların aklının, genelini kavramaktan aciz kaldığı bunca muazzam sanatkarlık, boş yere kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Hakkı görmeyen ve varlıklar arasında Güzel Olan'ın güzelliğini müşahede edemeyen gönül gözü kör olsun! Bunca ayet ve eserlere rağmen hala şüphe ve tereddüt içinde bulunanlar yok olsun! Ama kuruntulara yakalanmış biçare insanın elinden ne gelir?
Siz tutup elinizdeki teşbihin bile kendiliğinden düzenlendiğini ve onu hiç kimsenin bu şekilde tanzim etmediğini iddia etseniz, herkes sizin aklınıza güler. Peki tutup bir saatin sahip olduğu düzen için de aynı iddiayı tekrarlarsanız haliniz nice olur acaba? Alemin bütün akıllıları sizi delilik çukuruna atmazlar mı o zaman? Acaba bu sınırlı sistem ve düzeni bile illet ve sebepten arındıran şahsın deli sayılması ve akıllıların sahip olduğu haklardan yoksun bırakılması gerekmez mi?
Peki şu halde, haydi bu alemin nizamı bir yana, şu insanı ve insan bedeninin kendiliğinden var olduğunu iddia eden kimseye ne demeli? Onu da akıllılardan mı saymalı? Peki ama hangi akılsız, bu akılsızdan daha akılsızdır? "Kahrolası insanı küfre sürükleyen nedir? (**)
İlimle .diri olmayan ve kendi dalalet denizinde boğulan insan kahrolsun.
(*) İbrahim Suresi, 10.
(**) Abese Suresi, 17.
3. bölüm
Nefsin Hallerini Düşünmeye Dair
Düşünmenin derecelerinden biri de, nefsin ahvalini düşünmektir ki, bu pek çok neticeler ve sayısız marifetler doğurur. Biz burada iki neticesi üzerinde duracağız: Birincisi ahi-Tet ilmi, ikincisi peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların nüzulü ilmi, yani umumî nübüvvet ve hak şeriat.
Nefsin hallerinden biri, değerli filozofların çok önem vererek üzerinde durdukları mücerredlik (soyutluk) halidir. Konumuz bu olmadığından burada nefsin mücerretliğini isbat etmeye çalışacak değiliz. Bu hususun sadece birkaç deliline değinip asıl konumuza döneceğiz.
Hekimler anatomi bilginleri ve tecrübenin hükmüne göre bedenin bütün organları otuzbeş yaşından veya otuz yaşından sonra yavaş yavaş zayıflayıp gevşemektedir. Bizler de bunu tecrübeyle yaşıyor ve bütün kuvvelerin yavaş yavaş zayıfladığını görüyoruz. Oysa (bedenin zayıflamasını tersine) ruhsal ve aklî durum otuz veya kırk yaşından sonra daha da mükemmelleşmekte ve bir gelişim seyrine girmektedir.
Buradan yola çıkarak, idrak ve akıl kuvvesinin cismanî bir durum olmadığı anlaşılır. Eğer cismanî olsaydı, bedenin sair unsurları gibi gün geçtikçe güç kaybetmesi gerekirdi çünkü. Ayrıca bu kuvvenin aklın çok fazla işlemesinden ve elde edilen tecrübeden dolayı güçlendiği de söylenemez; çünkü bütün bedensel unsurlar, çalıştıkları oranda yıpranıp güç yitirirler. Şu halde akıl ve idrak yetisini gün geçtikçe güçlenmesi, onun cismanî birşey olmamasından ileri gelmektedir.
Bunamayı delil göstererek buna karşı çıkmak yersiz bir durumdur. Çünkü her şeyden önce, hiçbir neden unsuru bunaklığa doğru giderken güçlenme halinde değildir ki filan unsur bunaklık yaşına kadar güçlenmeye devam etti ama ne zaman ki bu unsur zayıf düştü, akıl ve düşünme gücü de zayıfladı denilsin, ikincisi bunaklık çağında zayıflayan şey akıl gücü değil, aklın ihtiyaç duyduğu bedensel güçtür. Ve o durumda da her ne kadar kendilerini gösteremiyorlarsa da aslında idrak ve akıl gücü eskisinden çok daha güçlü bir haldedir. Bu iddiamıza kırk elli yaşlarda idrak kuvvesinin sahip olduğu güç delil olarak kafidir.
Daha sonra güç yitirmesi ise nefsin kendini bedenden uzaklaştırmaya başlaması yüzündendir. Hangi güç cismanî aleme daha yakınsa, o güç daha çabuk gevşemekte, hangisi cismanîliğe daha uzaksa daha geç zayıflamaktadır.
Tecerrüd (soyutluk) ve meîekût alemine mensup meleke gün geçtikçe güçlenir, gücünü artırır ve bu, nefsin cisim ve cismanî olmamasının delilidir.
Nefsin özellik, eser ve fiilleri, cisimlerin mutlak özellik, eser ve fiilleriyle çelişiktir. Bu da nefsin cisim olmamasının delilidir.Mesela biz zorunlu olarak biliyoruz ki bir cisim tek şekilden başka bir şekil taşıyamaz ve eğer başka bir şekle sahip olmak isterse önceki şeklinden çıkması gerekir ki ikinci şekle bürünebiîsin. Mesela birkağıdın üstüne bir resim çizilirse o resmin bulunduğu yere eskisi tamamen silinmeden yeni bir resim yapılamaz. Aklen bu durum bütün cisimler için geçerlidir. Oysa nefs, sahip olduğu suretten başkasım ve zıttını, daha önceki suretini kaybetmesine gerek olmadan üstlenebilir.
Her cisim sonlu suretlere sahip iken, nefs sonsuz suretlere sahiptir ve bu yüzden nefse sonsuz hususlar hükmeder.
Ayrıca kendisinden bir suret ayrılan her cisim, ayrılığa neden olan sebep geri dönmedikçe yerinden o surete sahip olamaz, oysa nefsten ayrılan suret herhangi bir dış sebebe bağlı olmaksızın yeniden geri dönebilir. Demek ki nefs, bütün özellik eser ve filleriyle cisimden ayrı ve ona zıttır. Şu halde nefs mücerrettir (soyuttur), cismanîlikten uzaktır, fasit olmaz ve sahip olduğu yapıyı her zaman için muhafaza eder. Çünkü fasit olma, fesadı kabul edecek maddeyi gerektirir, ama mücerredin böyle bir maddesi yoktur; dolayısıyla da mücerred fasit olmaz. Şu halde nefs, bedenin harap olmasıyla ve bedenden ayrılmakla fasit ve harap olmaz. Başka bir alemde varlığını sürdürür. Nefs için yokluk sözkonusu değildir. Bu durum nefislerin kıyamet öncesindeki durumlarıdır; derken Hak Teala irade eder ve yeniden bedenlerine bürünürler.
Ve bilinmelidir ki, nefis için sağlık ve hastalık, salah ve fesat, saadet ve sıkıntı da sözkonusudur ama bu durumların nitelik ve niceliğini Hak Teala'dan başkası bilemez. Bilineceği yer, o mükemmel alemdir ki o alemi tanzim eden, Mutlak Hikmet Sahibi'dir. O herşeye vakıftır, saadet ve sıkıntı, hidayet ve fesadın yollarını gösteren, nefsin ne şekilde tedavi edileceğini belirten ve bundan kaçınılmamasım buyurandır. Mutlak kemaldir O ve mükemmel alem O'nun hidayet ve dalalet yollarım açıklama lütfunda bulunmasını gerektirmiştir. Çünkü mülk ile melekûtun irtibatını ve mülkî suretlerin nefsin bâtımndaki tesirini vahiy ve ilhamın dışında bir yolla öğrenmek mümkün değildir. Yani bunun Hakk'ın talimiyle gerçekleşmesi gerekmektedir ama herkesin bu talim beratına sahip olması mümkün değildir. Her birkaç asırda birkişi ortaya çıkar ki bu talime muhatap olur, böyle bir vazifeyle vazifelendirilir ve bu ağır sorumluluğu üstlenir. Hak Teala o kişiyi insanlara hidayet ve dalalet yollarını göstermek ve halkı kendisi için uygun olanı seçmeye yönlendirmekle görevlendirir ki bu genel nübüvvettir.
Söz buraya gelmişken, benim açımdan apaçık olan başka bir hususa da değinmek istiyorum ki o da şudur:
Zorunlu olarak halkın arasında Hak Teala'dan gelen bir şeriatın varolması gerektiğini anlayıp Yahudi şeriatı, Hıristiyan şeriatı ve İslam şeriatı şeklinde halkın arasında mevcut şeriatlara baktığımızda İslam şeriatım, birincisi hak akaid, ilahî maarif, Hakk'm tavsif ve tenzihi, melaikenin kabulü ve enbiyanın (aleyhimuselam) tavsif ve tenzihi, ikincisi övülmüş özellikler, nefis ıslahı ve faziletli ahlak, üçüncüsü de bireysel, toplumsal, siyasal ve benzeri ameller olan üç esas bakımından diğer şeriatlardan daha mükemmel olduğunu görürüz. Aynı şekilde hangi insaflı şahıs gereksiz bir şekilde bu değerlendirmeyi yapsa bunun böyle olduğunu göre-cektir.Bütün insanlık tarihi boyunca bütün dünyevî ve uhrevî aşamalarda İslam şeriatından daha mükemmel ve bütüncül başka bir şeriat mevcut olamamıştır ve bu, onun hakkaniyetinin en büyük delillerinden biridir.
Genel nübüvvetin ve Allah Teala'nın insanlık için şeriat gönderdiğinin, onlara hidayet yolunu gösterdiğinin ve belirli bir nizam vazettiğinin isbatlanmasmdan sonra artık İslam dininin, onu incelemek ve başka sistemlerle karşılaştırmaktan başka hiçbir mukaddimeye ihtiyacı kalmaz. İnsanlık, bütün dönemlerde hak marife, türsel ve şahsî görevlere, bireysel ve toplumsal vazifelere ihtiyaç duymaktadır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "İslam yücedir, ondan yüce birşey olamaz." İnsan aklı ne oranda ilerlerse ilerlesin ve idraki ne kadar güçlenirse güçlensin, İslam'ın delil ve esaslarına baktığında, İslam'ın önünde tevazuyla eğilecek ve ondan daha sağlam bir hüccet bulamayacaktır.
Peygamberlerin Sonuncusu'nun (sallalahu aleyhi ve âlihi) nübüvvetinin isbatmın sonucu şu olur: Nasıl ki kainatın mükemmel yapısı ve güzelliği bizi onun bir düzenleyicisi bulunduğuna yöneltiyorsa şu dünyevî ve uhrevî toplumsal ve bireysel, maddî ve manevî bütün ihtiyaçlara cevap teşkil eden mükemmel şeriat nizamı da bizi onun bir düzenleyicisinin bulunduğuna ve bu düzenleyicinin insanlık ailesinin bütün ihtiyaçlarını bilen biri olduğuna yöneltmekte ve aklın icabı olarak, kemal ve marifetten uzak bir bölgede yaşayan ve ta-rihçilerce okuma yazma bilmediği açık bir şekilde ifade edilen birinin (Hz. Peygamber'in) böyle mükemmel bir nizamı meydana getiremeyeceği apaçık bir husus olduğundan, zorunlu olarak bu şeriatın tabiat ötesi alemden gayb yoluyla geldiğini ve vahiy yoluyla o yüce zata (Peygamber'e) iletildiğini kabul etmemizi gerektirmektedir.
Bu bölümde tefekkürün bir diğer makamını da zikretmeyi düşünüyordum ama söz uzayıp bir oranda konunun dışına taştığından, bu kadarla yetiniyorum.
4. bölüm
Gece İbadeninin Faziletine Dair
Geriye şu hadis-i şerifin başka bir yönüne işaret etmemiz kaldı: "Geceleyin az uyu ve Rabbîn Allah'tan sakın."
Cenab-ı Mevla Emirulmüminin'in (selamullahi aleyh) bu mübarek sözünde, kalbî amel, uyandırıcı düşünce Allah'tan korkmayı, ibadet maksadıyla geceleyin az uyumayla birlikte zikretmiştir ki bu, gece ibadetinin fazilet ve öneminin açık bir delilidir. Nitekim hadis-i şeriflerde bu güzel amel çok övülmüş ve hidayet imamları, büyük şeyhler ve yüce alimlerin hayatı bu amelin ifasıyla geçmiş ve gecenin son kısmında eda edilen ibadetlere büyük bir önem atfetmişlerdir.
İmamiye'nin en büyük kitaplarından mezhebin dayanağı ve ulema ile fakihlerin müracaat kitabı Vesâil eş-Şîa'da bu ibadetin fazileti hakkında kırk birhadis ve terkinin mekruhi-yeti hakkında da birçok hadis mevcuttur. Ayrıca daha birçok hadis kitabında da benzeri pekçok rivayet vardır. Biz burada sadece birkaç hadis zikretmekle yetineceğiz:
Muaviye b. Ammar diyor ki: "hz. Sadık'ın (as) şöyle bu-yurduğnu duydum: "Peygamber'in (sav) Ali'ye (as) vasiyetinde şöyşle bir ifade vardır: "Ey Ali! Sana bazı hasletleri vasiyet ediyorum, onları muhafaza et." Sonra da dedi ki: "Allah'ım ona yardım et" Ve ilave buyurdu: "Gece namazını eda et, gece namazını eda et, gece namazını eda et." (*)
Hadisin başlangıcı ve sonu, konunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Hz. Sadık dedi ki: Peygamber (s) Cebrail'e: "Bana öğütte bulun" deyince, Cebrail dedi ki: "Ey Muhammed, öleceğini bilerek yaşa; ayrılacağını bilerek sev, karşılığını göreceğini bilerek amel et ve bil ki mu minin şerefi gece ibadetidir ve izzetli insanlarla çekişmekten sakınmasıdır." (**)
Peygamber'e (sav) bu öğüdün verildiğini belirtilmesi konunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Eğer Ceb-rail-i Emin bundan daha önemli birşeyi bilseydi, öğüt sırasında onu zikrederdi.
(*) Vesâil eş-Şîa, C 5., Kitabu4s-Salât, h. 10265.
(**) Vesâil eş-Şîa, C 5., Kitabu4s-Salât, h, 10267
İbn abbas diyor ki: "Rasulullah (sav) bir hadisinde buyurdu ki: "Bir erkek veya kadın gece namazı eda etmek maksadıyla Allah rızası için kalkıp gönül huzuru içinde abdest alır ve halis bir niyet, salim bir kalp, huşu içinde bir beden ve yaşlı gözlerle Allah (azze ve celle) için namaz kılarsa, Allah Teala sayılarını kendisinden başkasının bilemeyeceği kadar çok meleği yedi saf halinde onun arkasında saf saf durdurur ki her bir safın başlangıcı en doğuda, sonu da en batıda ye-ralır. Namazı bitirince de ona, onların sayısı kadar derece (sevab, hayır) yazar." (*)
Enes diyor ki: "Rasulullah'm (sav) şöyle buyurduğunu işittim: "Benim açımdan gece yarısı kılınan iki rekat namaz, dünya ve içindekilerden daha sevgilidir." (**)
Pekçok hadiste de gece namazının mü'minin şerefi ve ahi-retin zineti olduğu belirtilmiştir .Tıpkı mal ve çoluk çocuğun dünyanın zinetleri olması gibi.
Cabir diyor ki: Rasulullah'm (sav) şöyle buyurduğunu işittim: "Allah İbrahim 'i sadece başkalarını yedirip içirmesi ve insanlar uykudayken kalkıp namaz kılmasından ötürü dost edindi." (***)
(*) Vesâil eş-Şîa, C 5., Kitabu4s-Salât, h, 10593.
(**) Vesâil eş-Şîa, C 5., Kitabu4s-Salât, h, 10295.
(***) Vesâil eş-Şîa, C 5., Kitabu4s-Salât, h. 10294
Benim gibisi için olmasa da ehli için gece namazının bu fazileti tek başına yeterlidir. Bizler o dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu ve Allah Teala'nın bir kulu dost edinmesinin ne büyük bir makam olduğunu bilmiyoruz, akıllar bu dostluğu tasavvur etmekte aciz kalır. Bu dostluğu elde edene bütün cennetleri verseler onlara dönüp bakmaz bile. Senin de bir sevgilin veya aziz bir dostun varsa ve sana doğru geliyorsa, elindeki her nimeti unutur ve sevgiliyle buluşma veya dostla karşılaşma şevkiyle onlardan müstağni olursun. Kaldı ki bu misal ile o dostluk arasındaki fark yer ile gök arasındaki mesafeden çok daha fazladar ve birbirleriyle karşılaştırılmaları bile mümkün değildir.
Hz. Sadık'ın (as) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hiçbir güzel amel yoktur ki Kur'an'da o amel için güzel bir mükâfat zikredilmemiş olsun, ama gece namazı müstesna. Bunun mükafatının belirtilmemesi ise, Allah katında çok büyük bir öneme sahip olduğu içindir. Bu nedenle şöyle buyurmuştur: "Yanları yataklardan uzaklaşır (geceleyin ibadet etmek için uyanıp yataktan çıkarlar), korkarak ve umarak Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (in-fakta bulunup hayır için) harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne göz aydınlatıcı nimetlerin saklandığını hiç kimse bilemez." (Secde Suresi, 16, 17) (*)
(*) Vesâil eş-Şîa, C S.T Kitabu4s-Salât, h. 10318
Acaba bu, Allah'ın kendileri için saklayıp da hiç kimsenin bilmemesini dilediği göz aydınlığı nedir ve ne olacaktır? Eğer bu akan nehirler, yüksek kasırlar ve cennetin diğer türlü nimetleri olsaydı, beyan buyururdu. Nitekim diğer amellerin mükafatını beyan buyurmuş ve Allah'ın melekleri bundan haberdar kılınmıştır.
Şu halde bu mükafat başka türlü bir mükafat olmalıdır ve bu amel başkalarının idrakinin fevkinde bir azamete sahiptir. Özellikle de bu alemde ikamet edenler için.. O alemin nimetlerini buradaki nimetlerle karşılaştırma. O alemin cennet ve bahçelerinin bu dünyanın bağ ve bahçeleri gibi olduğ-nu ama sadece biraz daha geniş ve yüce olduğunu zannetme. Orası Hakk'ın kerem diyan ve misafirhanesidir. Bütün bu dünya o alemin hurilerinin bir tek kılına değmez; o cennetin en ufak bir nimetine bile denk düşmez. Ama buna rağmen Hak Teala gece namazı eda edenleri sadece bu mükafatla ödüllendirmekle yetinmek istememiş ve bu nedenle böyle buyurmuştur. Ama heyhat ki bizim imanımız gevşektir, yakîn ehli değilizdir, çünkü eğer bu durumda olmasaydık bu kad^r gafil davranmaz ve bütün geceyi uykuyla geçirmezdik. Eğer gece namazı insanı hakikate ve namazın sırrına aşina kılar, kişi zikir ve fikirle Hakk'a enis olursa ve geceler O'na yakınlaştıran birer miraca dönüşürse artık insanı Hakk'ın güzel cemalinden başka mükafat paklamaz.
Eyvanlar olsun biz gaflet ehlinin haline ki, ömrümüzün sonuna kadar gaflet uykusundan uyanmayız ve tabiat sarhoşluğunda yaşayıp gideceğiz. Hatta her geçen gün gaflet ve sarhoşluğumuzu dahada artırmakta. Bütün bildiğimiz hay-vaniyet makamı yemek içmek ve şehevî duygularımızı tatmin etmekten ibaret. Ne yaparsak yapalım, velev yaptığımız ibadet gibi bile görünse, aslında karın ve fercimizi tatmin için yapmaktayız.
Sen Halilurrahman'm namazının bizim namazımız gibi olduğunu mu sandın? Oysa Halil ihtiyacım Cebrail'e bile açmamışken bizler yerine getirebileceğini bilsek ihtiyacımızı şeytana bile iletmeye hazırız. Ama yine de umutsuz olmamak gerekir.Mümkühdür ki bir süre gece namazına kalkıp buna alışkanlık kazandıktan sonra Alah Teala yavaş yavaş elinden tutsun ve hafi bir lütuf ile rahmet giysisini sana giydirsin. Yeter ki sen genel olarak ibadet sırrında gafil olma ve sadece kıraatin tecvidini ve zahirini düzeltmekle yetinme. Eğer ihlaslı olamıyorsan, hiç değilse Hak Teala'ın o saklı tuttuğu göz aydınlığına erişmek için çırpın ve hulus ile dua et:
"Allah'ım, bana bu gurur diyarından sakınmayı, ebediyet diyarına yönelmeyi ve ölüm erişmeden önce ölmeyi nasib eyle." (*)
5. bölüm Takvaya Dair
Bil ki "takva" vakayeden gelir ve "sakınmak" anlamındadır. Örf ve rivayet dilinde, Hakk'm emir ve nehiylerine muhalefetten sakındırmak ve O'nun rızasını dilemek anlamına gelir. Daha çok, müştebihatı terketmekten ötürü mahzurata düşmekten nefsi tam anlamıyla korumak anlamında kullanılmaktadır.
"Kim şüpheli olanı terketmezse harama süreklenir ve bilmediği bir yoldan helak olur." (**)
"Ateşin çevresinde dolaşanın ateşe düşmesi tehlikesi vardır." (***)
(*) Mefâtih el-Cinân, Ramazan'ın 27. gecesinin duası.
(**) Kafi, C. 1. Kitab Fazlu'1-İlim, Bab IhtÜaf el-Hadis, 9. hadis.
(***) Vesâilu'ş-Şîa, C 18., Kitabu'l-Qaza, h. 33486.
Ve bilmek gerekir ki takva her ne kadar kemal mertebelerinden biri değilse de onsuz herhangi bir mertebeye erişmek mümkün değildir. Çünkü nefs haramlara bulaşmış durumda olduğu sürece insaniyet yoluna giremez ve o yolda sülük edemez. Nefsanî şehvet ve lezzetlere tabi olduğu sürece ilk insanî kemal makamına erişemez, kalbinde dünya ilgisi ve sevgisi bulunduğu sürece orta makama, zühd makamına ulaşamaz. Nefs sevgisine sahip olduğu sürece muhibler ve muhlisler makamına erişemez. Mülk ve melekût kesreti kalbinde olduğu sürece meczuplar makamını elde edemez. İsimlerin kesreti zatının batınında parladıkça küllî fenaya nail olamaz, kalbi makamlara iltifat ettiği sürece kamil fena makamına ulaşamaz ve Zat, ism'i Zat'ı makamıyla onun sırrında ezelî ve ebedî tecellisini gerçekleştirmez. Şu halde halk genelinin takvası haramlardan sakınmadır, haslann takvası müştehiyattan (iştah duyulan şeylerden) sakınmadır.
Zahitlerin takvası dünyaya ilgi duymaktan sakınmadır, muhlislerin takvası nefs sevgisinden sakınmadır, meczupların takvası fiilî kesretin zuhurundan sakınmadır, fanilerin takvası isimlerin kesretinden sakınmadır, vasılların takvası fenâ'ya ilgi göstermekten sakınmadır ve mütekellimlerin takvası da telvînattan sakınmadır: "Emrolunduğun doğrultuda git." (*) Ve bu mertebelerin her biri için uzun uzadıya yorumlar yapılabilir ki bu bizim gibiler için hayret ve şaşkınlıktan başka bir netice vermez, her meydanın bir ehli vardır. Bu nedenle takvadan genelin yararına olacak tarzda söz etmekle yetineceğiz.
(*)Hud Suresi, 112.
6. bölüm
Halk Genelinin Takvasına Dair
Bil ki ey aziz, nasıl ki bu beden için sağlık ve hastalık, ilaç ve tedavi vardır, insanın nefsi ve ruhu için de sağlık ve hastalık, ilaç ve tedavi sözkonusudur. Bunun sağlık ve selameti, insaniyet yolunda itidal sahibi olması, hastalığı ise insaniyet caddesinden sapmasıdır. Ve nefsanî hastalıklar, cismanî hastalıklardan binlerce mertebe daha önemlidir. Çünkü cismanî hastalıkların sonucu ölümdür ve ölüm erişip de ruh bedenden ayrılınca bütün cismanî hastalıklar son bulur, botun bedensel sıkaaıtı ve acılar ortadan kalkar. Oysa eğer Allah muhafaza kîşi nefsanî acılar ve ruhsal hastalıklara ffiübtela olmuşsa, beden ölür ölmez ve ruh hedesden ayn-Iit ayrılmaz ta hastalığın aa ve sıkıntıları ortaya çıkar,.
Dünyaya duyulan alaka ve bağlılık insanı kendine ya-baneılaştıran bîr uyuşturucu gibidir, Bulum beden dünyasından ayrılması ise kişiyi yeniden kendine getirir ve insan kendine gelince de zatının derinliklerinde yer alan hastalık ve acılar hep birlikte saldırıya geçerler ve o zamana kadar küllenmiş ateş gibi saklı duran bütün o acılar birden alev alırlar. Ve bu hastalık ve elemler ya hiçbir zaman ortadan kalkmazlar veya eğer yok edilebilir şeyler ise binlerce yıl süren eza ve cefalar ve ateşten kavrulmalar neticesinde ortadan kalkabilirler. Son çare dağlamaktır. Allah Teala buyurdu ki: "O gün cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılır, onunla, alınları, yanları ve sırtları dağlanır." (Tevbe Suresi, 35) (*)
(*) Nehcu'l-Belâğe'de geçen (Feyz, Hutbe 168) meşhur bir misaldir. Anlamı, "Son ilaç, yakmak ve dağlamaktır". Son çare anlamında kullanılmaktadır.
Ve enbiyanın (aleyhimusselam) konumu birer müşfik ta-bib konumudur ki tam bir şefkat hissi ile hastalara aynen yararlı reçeteleri vermekte ve onları hidayet yoluna iletmektedirler. "Biz Hakk'ın öğrencisi tabibleriz." Ruhsal ve kalbî ameller ile zahirî ve bedensel amellerin konumu da hastalıkları tedavi etme konumudur.Nitekim takvanın konumu, her aşamada hastalık için zararlı olan şeylerden perhizdir. Ve perhiz sözkonusu olmadıkça hiçbir hastalığın esenliğe dönüşmesi ve tabip reçetesinin etkili olması mümkün değildir.
Cismanî hastalıklarda kimileyin perhiz yapmadan da tedavi olmak ve hastalıktan kurtulmak mümkündür ama ruhsal hastalıklarda durum çok daha zariftir. "Muhkkak ki nefis, kötülüğü emredicidir." (*) Bu nedenle de perhizsizlik durumunda hastalıklar galebe çalar ve hastalık günbegün şiddetlenir. Şu halde nefsin esenliğini arzu eden ve kendine şefkat duyan insan, hastalıktan ve o elim azaptan kurtulmak için iki çareye sahip olduğunu bilmek durumundadır. Birincisi, nefsi sağlıklı tutacak şeyleri yerine getirmek, ikincisi de onu hasta edecek şeylerden perhiz etmek.
Ve açıktır ki nefsi hastalığa sürüklemede herşeyden daha etkili olanı, haramlara tevessül etmektir. Zaten haramlar da bu nedenle haram kılınmışlardır. Ve vacipler, esenliğe kavuşmada herşeyden daha önemlidirler. Vacip olmalarının sebebi de budur zaten. Bu iki şey (yani haramlardan perhiz ve vacipleri eda etmek) insaniyet yolunun en önemli hususlarıdır. Eğer kişi bunlara riayet ederse saadet ve kurtuluş ehli olur. Ve bu ikisinin önemlisi haramlardan ictinab etmektir. Suluk ehli de bunu daha önemli saymışlardır. Rivayetlere ve Nehcu'l-Belağe'nin hutbelerine başvurulnuca Masumların da bu aşamaya daha çok önem verdikleri açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Şu halde ey aziz, bu birinci aşamaya büyük bir önem ver ve ifası için çok çaba harca. Eğer ilk adımı doğru atar ve ayağını sağlam basarsan, diğer makamlara ulaşman umulabilir. Değilse o makamlara ulaşman mümkün olamaz ve kurtuluşun çok güç olur.
Büyük şeyh ve arifimiz Haşr Suresi'nin son ayetlerine çok dikkat etmemizi ve "Ey inananlar, Allah'tan sakının ve kişi yarını için yapıp gönderdiğine baksın" (**) ayetinden surenin sonuna kadar anlamını düşünerek namazların sonunda ve özellikle de gecenin sonunda, kalbin daha yalın olduğu bir sırada okumamızı ve bunun nefsin ıslahında büyük bir öneme sahip olduğunu buyurmuşlardı. Ayrıca nefs ve şeytanın şerrinden sakınmak için devamlı abdestli olmaya dikkat edilmesini öneriyor ve şöyle diyorlardı: "Abdest bir askerin giysisi gibidir." Ve her halükârda Kadir-i Zülcelal'den (celle celâluhu) niyaz et ki sana bu konuda inayet etsin ve seni takvayı elde etmede başarılı kılsın.
(*) Yusuf Suresi, 53.
(**) Haşr Suresi, 18.
Ve bil ki işin başında bu sana bir miktar güç gelecektir ama bir süre devam ettirince zahmetler rahmet ve kolaylığa dönüşecek ve hatta ehlinin yakından bilindiği gibi, zahmetler birer halis rahmanı lezzete dönüşecektir ki ehli bu lezzeti hiçbir lezzete değişmez. Ve mümkündür ki, inşaallah sıkı bir murakebe ve güçlü bir takva sonucunda bu makamdan hasların takvası makamına gerişesin ki o takva nefsanî lezzetlerdendir. Bir kez de ruhanî lezzeti tadınca cismanî lezzetlerden yavaş yavaş uzaklaşır ve onlardan perhiz edersin. Böylece yol sana daha da kolaylaşır ve sonra fani nefsanî lezzetleri önemsiz saymaya başlarsın. Hatta onlardan nefret bile etmeye başlarsın., dünya süsleri gözüne çirkin ve iğrenç görünür ve anlarsın ki bu alemin her bir lezzeti nefsinde bir eser ve kalbinde bu aleme ilgi duymanı şiddetli kılan bir kara leke vücuda getirmektedir. Ve dünyaya duyulan bu ilgi sekerat sırasında büyük acılara dönüşür, çünkü ölüm sekeratı sırasında sıkıntılar dünyaya duyulan bu ilgiden kaynaklanmaktadır. Nitekim daha önce bu hususa değinildi. Ve bir kez de vicdanlı insan bu anlamı kavradı mı bu alemin lezzetleri tümüyle gözünden düşer, bütün dünyadan ve içindeki süslerden nefret etmeye başlar ve onlardan şiddetle kaçınır. Bu ise takvanın üçüncü makamına tırmanmayı sağlar.
Bu durumda Allah'a sülük etme yolu kolaylaşır, kişiye insaniyet yolu daha aydınlık ve geniş bir hal alır, adımları yavaş yavaş Hakk'ın adımlarına dönüşür, riyazeti Hakkın riyazeti olur, nefsten ve onun hal ve eserlerinden kaçınmaya başlar, kendinde Hakk'a karşı aşk hisi duyumsar, cennet bağ ve bahçeler ve hurilerle iktifa etmemeye başlar, başka taleplere sahip olur ve hodbinlikten ve bencillikten nefret etmeye başlar.
Şu halde takva kişiyi nefs sevgisinden uzaklaştırır ve muttaki, kendine teveccüh etmekten ve bencillikten kurtulur. Ve bu oldukça narin ve güzel bir makam ve velilik mertebesinin başlangıcıdır. Allah Teala bu durumdaki kimseye kendi lütuf diyarında yer verir, onun elinden tutar, Hakk'ın has lütuflanna nail olur ve bundan sonra ortya çıkacak şeyler yazılabileceklerin çok fevkindedir. Önde ve sonda zahirde ve batında övgü sadece ve sadece Allah'a özgüdür ve selam olsun Muhammed'e ve onun pâk âline..
Hazırlayan: ruhullah.com