Musa b. Cafer (as) şöyle buyurdu: Rasulullah (sav) camiye girince cemaatin, birinin etrafında dönüp durduğunu gördü. O adamın kim olduğunu sorunca, kendisine onun "alla-me" olduğu söylendi. Rasulullah o zaman da allamenin ne olduğunu sordu. Rasulullah (sav)'a onun "arapların nesebini, olaylarını, cahiliye yönlerini ve arapça şiirlerini en iyi bilen bir kimse" olduğunu söylediler. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Bu, insan bilmediği takdirde kendisine hiç bir zararı olmayan ve bildiği takdirde ise kendisine hiç bir menfaati olmayan bir ilimdir." Daha sonra Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki ilim üç kısımdır. Ayet-i muhkeme fariza-i adile ve sünnet-i kaime. Bunun dışında kalan ilimler birer fazlalıktır." (Usul-i Kafi, c. 1., sh. 32).
ŞERH
Önceden de söylendiği gibi icmali ve tümel bir şekilde insan üç neşet ve makam-alem sahibidir. Birincisi ahiret neşeti, gayb alemi, ruhaniyet ve akıl makamıdır. İkincisi berzah, iki makam arasındaki orta alem ve hayal makamıdır. Üçüncüsü ise dünya neşeti mülk makamı ve şehadet alemidir. Bunlardan her birisinde özel bir kemal ve terbiye ile neşet ve makamıyla uyumlu olan amelleri vardır. Nebiler de bu amellerin düsturlarını yüklenmişlerdir. O halde tüm faydalı ilimler bu üç ilme yani aklî kemaller ile ruhi vazifelere rücu eden ilim, kalbi ameller ile vazifelerine rücu eden ilim ve kalbi ameller ile nefsin zahiri neşetine rücu eden ilme ayrılır.
Ruhaniyet ve mücerred akıl aleminin takviye ve terbiyesini üstlenen ilim, Hakk'm mukaddes zatını celal ve cemal sıfatlarını mücerred gayb alemlerini ceberrut-i a'la ve meîe-kut-i a'îa'daki meleklerden meiekut-i esfel ve arzi (mülkî) meleklere kadar tüm Hakk'ın ordusunu, enbiya ve evliyanın makamlarını, nazil olmuş kitaplarını vahyin nüzul niteliğini, melekler ve ruhun nüzulünü, ahiret alemini, mevcudatın gayb alemine dönüş keyfiyetini, berzah ve kıyametin hakikatini ve tafsilatını, bilcümle vücudun mebdesini, mertebelerini ve zuhurun keyfiyetini bilmekten ibarettir. Enbiya ve evliyadan sonra da bu ilme filozoflar ile hikmet irfan ve marifet erbabı kimseler sahib çıkmışlardır.
Kalp terbiyesi ve perhizi ile kalbî amellere bağlı ilimler ise ahlakî kurtarıcılar ve helak edicileri bilmektir. Yani sabır, şükür, haya, tevazu, rıza, cesaret, cömertlik, zühd, vera, takva vb. ahlakî faziletleri bu sıfatları elde etmenin keyfiyetini şart ve koşullarını bilmektir.
Hakeza hased kibir, riya, düşmanlık, hilekarlık makam sevgisi, dünya sevgisi, nefis sevgisi vb. şeyleri, bunun usullerini ve korunmanın yollarını bilmektir. Nebilerden ve vasilerinden sonra bu ilme sahip çıkanlar ise ahlak alimleri riyazet ve mearif ehli kimselerdir.
Zahiri terbiye ve İslah etmekle ilgili ilimler ise fıkıh ve usul-i fıkıh ile muaşeret adabı ve ev ile ülkeyi idare siyasetidir. Bu ilmin sahipleri de nebi ve vasilerinden sonra zahir-aîimleri, fakihler ve muhaddislerdir.
Bilmek gerekir ki insanlığın mezkur bu üç mertebesinin birbiriyle o kadar irtibatı vardır ki eserleri birbirine sirayet etmemektedir. Bu hem kemal ve hem de noksanlık yönünde sözkonusudur. Örneğin birisi ibadî ve zahirî ibadetlerini yerine getirirse neticede kalbinde ve ruhunda bir takım etkiler oluşur; böylece ahlakı iyileşir ve akidesi kemale erer. Hakeza eğer insan hulkunu tehzib eder ve batınını güzelleştirirse diğer iki neşette de etkili olur.Nitekim imanın kemali ve akaid hükümleri de diğer iki makamı etkiler. Bu ise makamlar arasındaki güçlü irtibattan kaynaklanmaktadır, "irtibat" kelimesi bile ifade yetersizliğindendir. "Mazharları olan bir hakikattir" demek gerekir. Hakeza üç makamın kemalleri de diğer kemallere bağlıdır. Hiç kimse sanmasın ki zahiri amel ve kalbi ibadetler olmaksızın kamil bir iman veya mühezzeb bir hulka sahip olunabilir. Hulku mühezzeb olmaz ve nakıs bulunursa amelleri tam ve imanı da kamil olamaz. Hakeza kalbi imanda olmaksızın zahiri amelleri tam ve ahlaki güzellikleri kamil olamaz. Kalıbı amelleri nakıs olur ve nebilerin emirlerine mutabık bulunmazsa kalpte birtakım bulanıklık ve hicaplar ortaya çıkar ki iman ve yakinin nuruna engel olur. Hakeza ahlaki reziletler kalpte olunca da iman nurunun kalbe girişine engel olur.
O halde ahiret yolcularının ve insanlığın doğru yolunun taliplerinin her üç mertebede de tam bir dikkat içinde olması ve onları ıslah etmesi gerekir. İlmî ve amelî kemallerden hiçbirisinden sarf-ı nazar etmemeli ve hulkun tehzibi, inançların tahkimi veya şeriatın zahirini korumanın yeterli olduğunu sanmamalıdır. Örneğin bu üç inançtan her birine üç ilim sahibinden bazıları sahiptir. Örneğin şeyh-i işrak Hikmetu'l-İşrak'm önsözünde "ilim ve amelde kamil" hakkında birtakım sınıflandırmalar yapmaktadır. "İlimde ve amelde kamil" sözünden de anlaşıldığı gibi ilmi kemal, amelde noksanlığa rağmen (hakeza bunun tersi de) gerçekleşebilir. İlmi kemal ehlini saadet ehli ve tecerrüd ile gayb alemi sayesinde kurtuluşa eren kimseler olarak bilmiş, neticede ruhanî ve illiyyin ehli kimselerin yolunda olduğunu kabul etmiştir. Ahlak ve tehzib alimlerinden bazısı tüm kemallerin menşeinin hulkun, kalbin ve kalbi amellerin ta'dili olduğunu, diğer aklî hakikatler ve zahir hükümlerin bir önem arzetmediğini beyan etmişlerdir. Aksine sülük yolunun dikeni konumundadır. Zahir alimlerden bazısı aklî, batını ve ilahî ilimleri küfür addetmiş ve alimlere karşı düşmanlık etmişlerdir.
Bu batıl inançların sahibi olan üç taife ruh makamları ve insanlık neşetinden mahrumdur. Dolayısıyla enbiya ve evliyanın ilimlerinde hakkıyla tedebbürde bulunmamışlardır. Bu yüzden bunlar arasında bir takım çekişmeler olmuş, birbirlerini kınamışlardır. Batıl olduklarını iddia etmişlerdir. Halbuki mertebeleri sınırlandırmak batıldır. Bir manaya göre birbirini tekzib etmek hususunda her üçü de doğru demektedir. Yoksa amel ve ilimleri mutlak bir şekilde batıl değildir. Onların bu insanî mertebeleri bu hadde sınırlandırmaları ve ilim ve kemalleri sahip oldukları dalda mahdud kılmaları gerçeğe aykırı bir hadisedir.
Rasulullah (sav) bu hadiste ilmi üçe ayırmıştır. Şüphesiz ki bu üç ilim de bu üç mertebe ile ilgilidir. İlahî kitaplar nebevi sünnetler ve masumlardan (A) menkul hadislerde yer alan ilimler de buna tanıklık etmektedir ki ilimleri bu üç kısma ayrılmaktadır.
Birincisi Allah, melekler, kitaplar, rasuller ve ahiret ilmidir ki semavi kitaplar ve özellikle de rububi Kur'anî kerim bu ilimle doludur.Hatta denilebilir ki Allah'ın kitabında yer alan en ilmin çoğu bu ilimdir. Bu ilim muhakkiklerin beyan ettiği kamil bir beyan ve sahih bir burhanla mebde ve meada (yaratılış ve ahirete) davettir. İlahi kitapta diğer iki mertebenin bu kadar değeri yoktur. İmamların da bu hususta sayılamayacak kadar hadisleri vardır. Kafi, Tevhid-i Saduk vb. muteber kitaplara başvurulacak olursa konu daha da iyi anlaşılır.
Hakeza batının tehzibi, hulkun İslahı ve ta'dili hususunda da kitab-ı ilahi ve Ehl-i Beyt'ten menkul hadislerde de oldukça fazla bilgiler mevcuttur. Ama biz zavallılar nezdinde bu ilahi kitap ve bablar kapalı kaldığından itina ve itibar görmemektedir. Bizim onların ilim ve hadislerinden teberri ettiğimiz gibi tahir imamlar da bizlerden teberri edecek Allah Teala da bizlere, aleyhimize hüccet ve delil ikame ederek muaheze edecektir. Kötü akibetten Allah'a sığınırım.
Bizim tüm kitaplarımızda fıkıh ve zahirî menasiklerle ilgili hadisler de oldukça fazladır.
O halde belli oldu ki şeriat ilimleri beşerin ihtiyaçları ve insanlığın üç makamı hasebiyle üç kısımdan ibarettir. Bu ilimlerin alimlerinden hiç birisi birbirine itiraz etmez. İnsan bir ilme sahip değilse o ilmi tekzib etmesi ve o ilmin ashabına dil uzatması gerekmez. Akî-ı selim nezdinde tasavvursuz tasdik yanlış ve ahlaki çirkinlikten sayıldığı gibi tasavvursuz tekzib de çirkin bir şeydir. Hatta daha çok çirkin ve kötüdür. Örneğin filozofların dediği vahdet-i vücudu bilmiyor, bunu filozoflardan öğrenmiyor ve gerekli şeylerini elde edemiyorsak niçin ehlini tekfir edelim ki? Aksi takdirde Allah'ın huzurunda utanmaktan başka bir cevabımız olabilir mi? "Ben öyle biliyordum" özrü asla kabul edilmez. Her ilmin birtakım mu-kaddematı ön bilgileri vardır ki bunları bilmediğimiz takdirde neticeyi derketmek de mümkün değildir. Özellikle vahdet-i vücud meselesi ömür boyu zahmet çekilse dahi yine de aslı ve hakikati derkedilemiyor, Filozof ve ariflerin yıllarca tartıştığı ve incelediği bir meseleyi sen bir kitap okumakla veya Mesnevi'nin bir şiirini öğrenmekle nakıs aklın sayesinde anlayabileceğini mi sanıyorsun? Hayır hiç birşey öğrenemezsin.
"Haddini bilen ve ileri gitmeyen kimseye Allah rahmet etsin. "
Hakeza fakihi "kabukçu" ve "zahirci" diye suçlayan arif ve filozof kılıklı insanlar da hakikatte nebilerin beşeri nefisleri kemale erdirmek için Allah'tan getirdikleri şer'î ilimlere dil uzatmış sayılır. Onları tekzib etmiş sayılır. Bunu hangi dini ölçüler üzere yapıyor? Alim ve fakihlere hangi aklî veya şer'i deliller sayesinde saldırabiliyorsun? Allah nezdinde bunların hesabını nasıl vereceksin? Bu usanç veren merhaleden de geçelim.
Fasıl
Peygamber (sav)'in zikrettiği üç ilmin mezkur üç dal olduğu malum olduktan sonra şimdi de bu üç unvanından hangisinin bu ilimlerden birisine uyduğuna bakalım. Gerçi bu mesele o kadar önemli bir mesele değildir. Bu bablarda en önemli şey ilimlerin aslını öğrenmek ve daha sonra onları tahsil etmektir. •
Ama hadis-i şerifin beyanı için burada kısa bir işaret etmek zorundayız. Bu hadisi şerheden bazı büyük alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Ki konu uzayacağından geçmek zorundayız.
Kasır aklıma gelen birtakım konuları zikredilmeyen şa-hidleriyle birlikte sizlere zikretmeye çalışacağız; daha sonra büyük şeyhimiz Şahabadi'nin beyan ettiği önemli büyük nükteyi beyan etmeye çalışacağız.
Bil ki ayet-i muhkeme; aklî ilimler, hak inançlar ve ilahi öğretilerden ibarettir. Fariza-i adile ise ahlak ilmi ve kalb tasfiyesinden ibarettir. Sünnet-i kaime ise zahirî ilimler ve kalıbî edebler ilminden ibarettir. Bu tertibin delili ise şudur ki nişane manasına gelen ayet kelimesi aklî ve itikadî ilimlerle mütenasiptir. Zira o ilimler zat, esma, sıfat ve diğer öğretilerin nişaneleridir. Diğer ilimler ise hiç bir yerde ayet veya nişane olarak tabir edilmemişir. Örneğin kur'an-ı Ke-rim'de birçok hususta Allah'ın varlığı, esma, sıfat ve zatî mukaddesin vücudu veya kıyametin keyfiyetleri gayb alemi ve berzah hususunda ikame edilen burhanlardan sonra "bu akıl sahipleri ve düşünenler için bir ayettir" buyrulmaktadır. Bu tabir bu ilimler öğretiler hususunda oldukça yaygın olan bir tabirdir. Ama furu-i şeriyeden bir fer' veya usulî ahlakiyye-den bir asıldan sonra "bu bir ayettir" denilirse bu bir nevi saflık olur. Bu konu oldukça malum bir konudur. O halde malum oldu ki ayet, alamet, ve nişane mearif ve ilimlere özgü bir daldır. Nitekim muhkeme diye tavsif edilmesi de bu ilimlerle uyumludur, zira bu ilimler akli mizan ve muhkem burhanın altındadır. Ama diğer ilimler burhan çeşidi itibariyle muhkem ve sağlam değildir.
Ama fariza-i adilenin ahlak ilmine ait olduğuna gelince: Burada da fariza kelimesi adile kelimesi ile tavsif edilmiştir. Zira güzel ahlak ahlak ilminde tesbit edildiği gibi ifrad ve tefridden sakınmak ve itikad yoluna koyulmaktır. İfrat ve tefrit kınanmış, itidal yolu olan adalet ise örülmüştür. Örneğin güzel ahlak ve fazıl melekenin erkanlarının biri olan cesaret ifrat olan tahayyür ile tefrit olan cübn'den sakınmaktır. Tahavvür insanın korkması gerektiği yerde korkmaması cübn ise insanın korkmaması gerektiği yerde korkmasıdır. Hakeza erkandan biri olan hikmet de sefeh ve beleh diye bilinen ahlakî rezaletler arasındaki itidal yoludur; sefeh insanın fikrini yersiz yerde kullanmasıdır. Beleh ise insanın aklını kullanması gerektiği yerde fikrî kuvvesini tatil etmesidir. Hakeza iffet rüknü de, şereh ve humud rezaletinin arasındaki orta yol, cömertlik ise israf ve cimrilik rezaletinin arasındaki orta yoludur. Dolayısıyla fariza,i adile olması da onun ahlak ilmine uygun olduğunun delilidir. Hakeza fariza kabul edilmesi de bunun delilidir. Zira fariza 3. kısımla ilgili olan sünnetin karşısmdadır ve de aklın herhangi bir yolla idrak edebildiği şeyden ibarettir. Nitekim ahlak ilmi de böyledir. Ama sünnet salt taabbut ve kulluktan ibarettir ve akıl onun derkinden acizdir. Bu yüzden diyoruz ki sünnet-i kaime taabbudî ilimler ve şer'î edeblerden ibarettir. Ki sünnet diye tabir edilmiştir ve akıllar tür itibariyle bunları idak etmekten acizdir. Bunların derk ve isbat yolu ise sünnettir. Yani onlar sünnet yoluyla derk edilebilir ve isbat edilebilir. Nitekim sünnetin "kaime" diye tavsif edilmesi de şer'i vaciblerle mütenasibtir. Zira ki ikame; diğer "namaz, zekat, veb şer'î farzlarda da kullanılmaktadır ve bu kelime diğer iki ilimde kullanılmamaktadır ve bu tatbik edilebilecek en mütenasip bir yoldur. Yine de doğrusunu ancak Allah bilir.
Fasıl
Şimdi de daha önceden vaadettiğimiz bir nükteyi beyan etmeye çalışacağız. O da şu ki hadis-i şerifte akaid ilmi ve öğretiler ayet diye tabir edilmiştir ve ayet; alamet ve nişane demektir.
Bu tabirin nüktesi de şudur ki aklî ilimler ve itikadî gerçekler sadece onları derketmek, süslü püslü tabirleri öğrenmek veya dünyevî bir makam elde etmek için öğrenilirse "ayat-i muhkemat" diye tabir edilemez. Aksine böylesi bir tahsil kalın bir hicab ve boş bir hayalden ibarettir. İnsan ilim tahsilinde maksadı Allah'a vasıl olmak ve esma ve sıfat olarak tahakkuk etmek ve Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak olmazsa bu derklerin her birisi kendisi için cehennem makamlarından birisi haline gelir, kalbî kararır basiret gözü kör olur ve şu ayet-i kerimenin misdakı haline gelir, "iler kim zikrimden yüzçevirirse onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak hasrederiz."
Bu alemde insan kendini kör bulunca da "Hakk'a itiraz eder ve der ki: "Ben o alemde kör değildim, niçin beni bu alemde kör hasrettin." O zaman da kendisine şöyle cevap verilir: "Sen o alemde de kör idin. Zira ki bizim ayetlerimizi müşahede etmedin, onları unuttun." Ahiret aleminde insanın gözlerinin görmesinin mizanı basiret ve kalp gözünün görmesidir. Beden ve kuvvelerinin tamamıyla kalp ve batınına tabi olmasıdır. Bu alemde varolan herşey o alemde de olduğu gibi zuhur eder. Dolayısıyla bütün mefhum alimleri, ıs-tılahat bilginleri ve kitap hafızlarıyla yazarlarının Allah'ı bilen melekleri ve ahiret gününü bilen alimler olduğunu sanmayınız. Eğer onların ilimleri ayet ve nişane ise niçin onların kalbinde nuranî tesirler icat etmemektedir.
Bu aslında büyük bir yanlışlıktır. Zira onların kalb zulmetini, ahlakî fesatlarını, ameli bozukluklarını artırmaktan başka birşey yapmamıştır. Kur'an-ı Kerim'de alimleri tanımak için birtakım ölçüler beyan edilmiştir. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: "Allah'tan sadece alim olan kulları korkar" yani haşyet sadece alimlere özgü bir şeydir. Allah'tan korkmayan bir kimse, alimler zümresi dışındadır. Acaba kalbimizde haşyet ve korkudan her hangi bir nasibimiz var mıdır? Eğer varsa zahirde niçin tesir ve etkisi görülmemektedir.
Hz. Ali bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ey ilim talibi, şüphesiz ki ilmin birçok fazileti vardır. İlmin başı, tevazu; gözü hasedden uzak olmak, kulağı derketmek, dili doğruluk, hıfzı araştırmak, kalbi iyi niyet, aklı eşya ve işleri bilmek, eli rahmet, ayağı alimleri ziyaret etmek, himmeti selamet, hikmeti takva, yeri necat, öncüsü afiyet, merkebi vefa, silahı yumuşak dilli olmak, kılıcı rıza, yayı insanlarla iyi geçinmek, ordusu alimlerle oturup kalkmak, malı edeb, zahiresi günah işlememek, azığı iyilik, suyu uzlaşmak, kılavuzu ilahi hidayet, dostu iyileri sevmektir." (Kafi, C 1., s. 48).
Hz. Ali'nin bu zikrettikleri şeyler alimlerin alametleri ve ilmin belirtileridir. O halde bunlardan mahrum olan birisi bilmelidir ki ilimden bir nasibi yoktur. Üstelik cehalet ve dalalet ehlindendir. Ahirette de bu mefhumlar onun için zul-mani hicaplar olacaktır. Kıyamette en büyük hasret duyanlardan olacaktır. O halde ilimde ölçü alamet, nişane ve ayet olmasıdır. Hiçbir enaniyet ve bencillik olmamalıdır.
Ayrıca "muhkeme" diye tavsif edilmesi de şundan ötürüdür ki gerçek ilim kalpte icad ettiği nuraniyet sebebiyle itminan oluşturur ve sekleri yok eder. İnsan ömrü boyunca ilahi öğretiler için sayısız delil ikame ettiği ve cedelde muhatabını yendiği halde bu ilmin kalbinde hiç bir etki icad etmemiş olması da olasıdır. Aksine şek ve şüphesini daha da artırır. O halde kavramları toplamak ve ıstılahatları çoğaltmanın hiç bir faydası yoktur. Aksine kalbi Allah'tan gayrisine müteveccih kılar ve insanı Allah yolundan gafil kılar.
Ey aziz! çare şudur ki insan ilminin ilahi olmasını isterse önce mücahede ve riyazetlerle kendini tezkiye etmeli ve niyetini halis kılmalıdır. "Kırk gün Allah için ihlaslı olanın kalbinden diline hikmet çeşmeleri cari olur." Kırk günlük İhlasın etki ve faydalan bunlardır. O halde kırk veya daha fazla yıldır bu kavramlar ve ilimler sahasında çalışan kendini Allah'ın ordusundan ve ilimlerin allamesi görenler bilmelidir ki, tahsil ve zahmetleri ihlas üzere değildir. Aksine şeytan ve nefis için tahsil etmiş ve zahmet çekmişlerdir. Bu ilimden herhangi bir keyfiyet ve halin hasıl olmadığını gördüysen bir müddet tecrübe için de olsa niyetini ihlaslı kılmak ve kalbini temizlemek hususunda çalışmalısın. Eğer bunun bir etkisini görürseniz devam ettirirsin. Gerçi tecrübe lafı edilince, ihlas kapısı kapanır. Ama yine de bu nurdan istifade eder ve doğru yola yönelirsin.
Velhasıl ey aziz! sen tüm berzah, kabir, kıyamet ve kıye-metin derecelerinde ilahi hak marifetler, hakiki ilimler, güzel ahlak ve salih amellere muhtaçsın. Hangi derecede olursan ol itilasını artırmaya çalış, nefsin vehimleri ile şeytanın vesveselerini kalbinden atmaya çalış. Böylece bir netice elde eder ve hakikate erişirsin. Senin için hidayet yolu açılır ve Allah Teala elinden tutar. Allah biliyor ya eğer bu boş ve batıl ilim, fasid evham, kalbi zulmetler ve kınanmış ahlak ile öbür alame göçecek olursak büyük musibetlere duçar olacağız. Bu ilim ve ahlak bizim için zulmet ve ateşlere dönüşecektir.
Fasıl
Molla Sadra (K) Usul-i Kafî şerhinde İmam Gazalî'den uzun bir bölüm nakletmektedir. İmam Gazali bu bölümde ilimleri dünyevi ve uhrevî ilimler diye ikiye ayırmıştır. Fıkıh ilmini dünyevi ilimden saymış, ahiret ilmini ise mükaşe-fe ve muamele ilmi diye ikiye ayırmıştır. Muamele ilminin ise kalplerin hallerini bilmek olduğunu söylemiştir. Mukaşe-fe ilmi ise kalpler tezkiye olduktan sonra kalpte oluşan bir nurdur. Bu nurla hakikatler keşfolur, zat, esma, sıfat efal ve hikmetleri ile diğer mearif hususunda hakiki bir marifet elde edilir. Molla Sadra'da bu taksimi beğendiği için bizim şerhiyle meşgul olduğumuz hadisin şerhinde şöyle demiştir: "Ra-sulullah'ın yaptığı bu taksim muamelat ilimleriyle ilgilidir. Zira halkın çoğunun istifade ettiği ilim de budur. Ama mükaşefe ilmi insanlardan çok azı için hasıl olmaktadır."
Yazar diyor ki Şeyh Gazali'nin sözüne bir itirazım var. Sıhhati farzedilse o zaman da Molla Sadra'nın (R) sözüne başkabir itirazım vardır.
Gazali muamelat ilminin kalbin sabır, şükür, korku, ümid veb. kurtarıcı halleri ile düşmanlık, hased, aldatıcılık vb. helak edici hallerini bilmek olduğunu söylüyor. O halde Rasulullah'm zikrettiği üç ilim muamelat ilminden sayılamaz. Sadece "fariza-i adile" bu ilimden sayılabilir.
ikinci itirazım şu ki Gazali; fıkıh ilmini dünyevî ilimlerden fakihleri ise dünyevi alimlerden saymıştır. Halbuki fıkıh uhrevi ilimlerin en değerlisidir. Bu nefis sevgisi ve insanın ehli olduğunu sandığı şeyleri sevmesinden kaynaklanmaktadır. Yani mütedavil manada bir ahlak ilmi bu açıdan diğer ilimlerden hatta akli ilimlerden bile ayırt edilmiştir. Ayrıca Gazali mükaşefeyi de ilimlerden saymıştır. Halbuki bu doğru değildir. Zira ilim, nazar fikir ve burhan alanına girer. Fikir ile ilgilidir. Mükaşefe ve müşahede bazan hakiki ilimlerin neticesidir ve bazen de kalbi amellerin neticesi. Bilcümle müşahede, mükaşefe ile esma ve sıfatların hakikatine ermek ilim değildir. Mükaşefe ve ilim birbirinden apayrı şeylerdir.
Fasıl
Bil ki tıb, anatomi, astronomi vb. birçok ilimler de bir açıdan Rasulullah'm zikrettiği üç kısım ilimden birinden sayılmaktadır. Elbette onlara da ayet ve nişane gözüyle bakmamız gerekir. Hatta ibret gözüyle bakacak olursak tarih ilmi bile böyledir. O halde bunlar "ayet-i muhkeme"den sayılırlar ki bu vasıtayla insan Allah veya ahiret hakkında ilim elde eder veya ilmi takviye olur. Bazan da bunları tahsil etmek fariza-i adile ve bazan da "sünnet-i kaime" ilminden sayılır. Ama insan kendisi için öğrenir ve başkalarına öğretirse insanı ahiret ilminden mahrum kıldığı için kınanmıştır. Aksi takdirde hiç bir zarar ve yararı yoktur. Nitekim Rasulullah da böyle buyurmuştur. O halde ilimler üçe ayrılır. Birincisi insana diğer alemin halleri hasebiyle faydalı olan ilimdir. Ki yaratılışın hedefi de buna erişmektedir. Bu; Rasulullah (s)'in ilim saydığı ve üçe ayırdığı ilimdir. İkincisi insana zarar veren ve onu gerekli vazifesini eda etmekten alıkoyan ilimdir.
Bu kınanmış bir ilimdir ki insan bu ilimlerden kaçınılmalıdır. Örneğin sihir, simya ve hokkabazlık gibi. Üçüncü kısım ilim ise insana bir fayda veya zararı olmayan ilimdir. Mesela insanın boş vakitlerinde bazı ilimlerle meşgul olması gibi. Hesap, hendese (geometri) heyet vb. İlimler bu türden ilimlerdir. İnsan bu ilimleri de mezkur üç ilimden birine tatbik edebilirse çok iyidir. Aksi takdir en azından insanın bunlarla meşgul olmaması daha iyidir. Zira kısa ömrünü az vaktini ve birçok engelleri gören akıllı insan, tüm ilim ve faziletleri elde edemeyeceğini bilir ve dolayısıyla hangi ilmin kendine daha faydalı olduğunu düşünür. Elbette ki bu bağlamda insanın ebedi hayatına faydalı olan ilimler en iyi ilimlerdir. Bu ilimler ise enbiya ve evliyanın emir ve teşvik ettikleri ilimlerdir. Bunlar ise Rasulullah'm zikrettiği üç ilimdir. Hamd Allah'a mahsustur.
Hazırlayan: ruhullah.com