Ravi şöyle diyor: İmam Sadık (A)' a şöyle dedim. "Allah seni korusun, insan Allah'la görüşmeyi severse Allah da onunla görüşmeyi sever. Ama Allah ile görüşmeyi sevmezse Allah da onunla görüşmeyi sevmez." Bu doğru mudur? İmam (a) "Evet" diye buyurdu, o zaman da ben şöyle dedim: "Allah'a andolsun ki biz ölümden hoşlanmıyoruz." İmam şöyle buyurdu: "Durum zannettiğiniz gibi değildir. Şüphesiz ki bu ölümü görme anındadır. İnsan sevmediğini görürse o zaman da Allah ile görüşmeden nefret eder. Ve Allah da onunla görüşmekten nefret eder." (Furu-i kafi c.3 s. 134 12 .Hadis)
Hadisi şerifle münasip olan bazı hususları birkaç bölümde açıklamaya çalışacağız. Tevekkül sadece Allah'adır....
Fasıl
Likaullah ve Keyfiyyeti Beyanında
Bil ki likaullah hususunda seraheten kinayeten veya işa-reten birçok ayet ve hadisler vardır. Bu sayfalarda bunların hepsini zikretme imkanı yoktur. Ama kısaca onlara işaret etmek istiyoruz. Bu hususta daha fazla bilgi edimek isteyenler merhum Hacı Mirza Cevadi Tebrizî'nin "likaullah'' risalisine müracaat etmelidir. Bu husustaki birçok hadisleri bu kitapta bir araya toplamıştır.
Bil ki bazı alimler, likaullah yolunu tümüyla kapatan bazı müfessirler ve ayni müşahade zati ve ismi tecellileri inkar eden bazı müfessirler Allah Teala'nın zatını tenzih etmek için likaullah hususundaku hadis ve ayetlerin tümünü ahi-ret gününü ceza ve sevap ve ikab gününü görmek olarak yorumlamışlardır. Biz "lika" kelimesini mutlak olarak ele alarak bazı ayat ve rivayetleri gözönünde bulunduracak olursak bu doğru bir yorum olabilir; ama bazı muteber kitaplarda yer alan rivayetler ve büyük alimlerin şahid olarak gösterdiği meşhur rivayetler gözönünde alındığında bu yorumun oldukça uzak ve soğuk bir yorum olduğu anlaşılır.
Bilmek gerekir ki likaullahm caiz olduğunu cemal ve celalin celali müşahedenin caiz olduğunu söyleyenler zat-ı mukaddesin künhüne ermenin caiz olduğunu söylememektedirler. Onlar ilm-i huzuri ve müşahedey-i ayni ve ruhani hususunda mutlak muhit olan o zatı ihatanın mümkün olduğunu söylemiyorlar. Aksine tefekkür kademiyle ilm-i küllinin künhüne ermenin ve basiret kademiyle şuhudi-irfani ihatanın mümkün olmadığı burhanî konulardan bir konudur. Bütün akıl sahiplerinin marifet ve kalp ehlinin ittifak ettiği şeydir. Bu makamı iddia edenler şöyle diyorlar. Tam bir takvadan, kalbin tüm alemlerden yüz çevirmesinden, iki neşetin ortadan kalkmasından, inniyet (subut) ve enaniyyet makamının aşılmasından, hakka ve o mukaddes zatın sıfat ve isimlerine külli bir ikbal ve tam bir teveccüh edildikten, o zatın mukaddes zatının hub ve aşkına daldıktan, kalbi riyazete çektikten sonra salik için kalbi bir sefa ortaya çıkar ki ismi ve sıfati tecellilerin mazharı haline gelir. Külli esma ve sıfatlar arasındaki kalın ihicaplar ortadan kalkar ve kul esma ve sıfatlarla fani hale gelir. Celal ve kuds izzetine tutunur. Zati tam bir tedella (yakınlaşmak) elde eder. O halde salikin mukades ruhu ile Hak arasında esma ve sıfatlar dışında bir hicab kalmaz.
Sülük ehlinden bazısı için ismi ve sıfati nur hicaplarından bazılarının yırtılması ve gaybi zati tecellilere nail olması ve mukaddes zata mütaallık olması mümkündür. Bu müşahede de hakkın kayyumi ihatasını ve zati fenasını şuhud eder. Bil ayan kendi vücudunu ve bütün mevcudatı Hakkın gölgesi olarak görür. Nitekim bürhani açıdan da hak ile tüm madde ve ilgilerden soyut olan ilk yaratık arasında hiçbir hicap yoktur. Aksine mutlak soyut varlıklar için bürhani açıdan da isbat edildiği gibi hiçbir hicap yoktur. Hakeza ihata açısından soyut varlıklarla aynı ufukta gezen bu kalp de onlardan bile ileri gitmiş olduğundan hiç bir hicaba sahip olmayacaktır. nitekim Kafi ve Tevhidi Saduk kitaplarında ye-ralan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Müminin ruhu Allah'ın ruhuna öyle muttasıldır ki Allah'ın ruhuna güneş ışığının güneşe ittisalinden daha şiddetli bir şekilde bağlıdır." (Usul-i Kafi, C. 2., s. 166.
Alimlerce makbul olan, bizzat kendise de masumlardan menkul olduğuna şehadet veren "Şabaniye" duasında şöyle buyurulmaktadır: "İlahi bana sana tam birbağlılığı nasib eyle, kalp gözlerimizi sana nazar nuruyla nurlandır ki kalp gözlerimiz nur hicaplarını yırtsın ve azamet madenine ulaşsın. Ruhlarımız mukaddes izzet dergahına asılsın. Allah'ım bizleri çağırdığın ve sana icabet eden kimselerden eyle. Kendilerine nazar ettiğin ve celalin karşısında kendilerinden geçen kimselerden karar kıl. Sen onlarla gizlice raz-u niyaz ettin, onlar ise senin için açıkça amel ettiler."
Kur'an-ı Kerim'de Rasulullah'ın miraç olayı anlatılırken şöyle buyurulmaktadır: "Sonra yaklaştı derken sarkıverdi". Nitekim (ikisi arasındaki uzaklık iki yay kadar (oldu) veya daha da yakınlaştı. (Necm 8-9) Bu huzur-i ve fena-i müşahedenin Allah'ın zatımn künhüne ermenin muhal olduğunu ve münezzeh olduğunu bildiren ayet ve rivayetlerle hiçbir aykı-rılğı yoktur. Belki onu teyid ve tekid etmektedir.
Şimdi de bu soğuk ve yersiz yorumların niçin ortaya çıktığına bir bakalım. Hz. Ali (a) şöyle buyuruyor: "Farzen azabına sabrettim, ayrılığına nasıl sabredeyim." Acaba evliyanın bu ah-u figanını huriler ve cennetteki kasırlara hamletmek doğru mudur? Acaba "biz cehennem korkusu ve cennet sevgisiyle ibadet etmiyoruz. Bizim ibadetimiz hürlerin ibadetidir.
Halis bir şekilde Allah'a ibadet ediyoruz." diyenlerin ah-u figanlarını cennetteki nimet ve güzelliklerden ayrılığa hamletmek doğru mudur? Heyhat! Bu oldukça yersiz birsözdür ve oldukça uzak bir yorum. Miraç gecesinde ve hiçbir kulun giremediği o yerde Cebrail-i Emin'in bile mahremi bile olmadığı o sırlar aleminde Rasulullah'a cennetin ve kasırlarının gösterildiği söylenebilir mi? O azamet ve celal nurlarının, nimetlerin gösterilmesi olduğu söylenebilir mi? Acaba muteber dualarda nebiler için zuhur eden tecellilerin nimetler yiyecekler, içecekler, bağlar ve kasırlar olduğu söylenebilir mi?
Heyhat! Biz zavallılar tabiatın zulmet hicaplarına mübte-layız. Emel ve kuruntularımızın esiriyiz. Yiyecekler, içecekler, evlilikler ve benzeri şeyler dışında hiç bir şey anlamıyoruz? Görüş sahibi ve kalp sahibi biri bu hicaplardan birini kaldırmak istediğinden onun yanlış ve hata ettiğini söylüyoruz? Mülk aleminin zulmanî kuyusunda olduğumuz müddetçe kalp ashabının müşahede ve marifetlerinden birşeyi der-kedemeyiz. Ama ey aziz!! evliyayı kendinle kıyas etme. Enbiya ve marifet ehlinin kalplerinde bizim kalplerimiz gibi olduğunu zannetme. Bizim kalplerimiz dünyaya teveccüh tozuyla kaplıdır. Şehvetlere gömülmüştür. Dolayısıyla hakkın tecellilerinin aynası olamaz. Mahbubun cilvesi ve nazargahı haline gelemez. Bunca bencillik perdesi arkasına kaldığımız müddetçe hakkın cemal ve celalinin tecellilerinden birşey anlayamayız. Evliya ve marifet ehlinin sözlerini tekzip ederiz. Zahirde tekzib etmezsek bile kalben yalanlarız.
Peygamber ve masum imamlara inadığımız halde tevil ve tevcih kapısını açar ve bilcümle Allah'ı bilmenin kapısını kapatırız. "Gördüğüm herşeyde onunla birlikte öncesinde ve sonrasında Allah'ı da gördüm" hadisini eserleri ru'yete hamlediyoruz. "Görmediğim rabbe ibadet etmem" hadisini kendi ilmimiz gibi olan külli mefhumlar ilmine hamlediyoruz likaullah ayetlerini kıyamet gününü likaya hamlediyoruz. "Benim Allah ile öyle bir halim vardır ki..." hadisini örneğin kalp rikkati ve inceliği haletine hamlediyoruz. "Bana kerim vechine nazar etmeyi nasip kıl" hadisini ve evliyanın ayrılık hususundaki ah-u figanlarını hurilere ve cennetteki kuşlara hamlediyoruz. Bütün bunlar şunun içindir ki biz meydan ehli değiliz. Hayvani ve cismani nimetler dışında nasibimiz yok. Tüm marifetleri inkar ediyoruz. Bütün sefaletlerimiz de bu inkardan kaynaklanmakktadır.
Zira bu inkar bütün marifetler kapısını kapatmakta ve bizi talepten alıkoymakta, dolayısıyla da bizler hayvanlık makamıyla kani olmaktayız. Gayb alemi ve ilahi nurlardan mahrum kalıyoruz. Müşahedeler ve küllî tecellilerden mahrum olan biz zavallılar nefsanî kemalin bir derecesi olan bu manalara imandan da uzağız. Halbuki bu iman bizleri bir yere ulaştırabilecek bir imandır. Müşahadelerin tohumu olan ilim mertebelerinden dahi firar ediyoruz!
Göz ve kulağımızı kapatıyor, kulaklarımıza gaflet pamuğunu tıkıyoruz ki sakın hak bir söz işitmeyelim. Arif, salik veya filozoftan birhakikat işittiğimizde bunu duymaya gücümüz olmadığından, nefis sevgisi de kendi kusurumuza hamletmekten alıkoyduğu için hemen onu kınıyor, tekfir ve tafsik ediyoruz. Hemen gıybet ve iftiraya yöneliyoruz. Bir kitap vakfediyoruz ve bundan istifade etmenin şartı olarak günde yüz defa molla Muhsin-i Feyze lanet etmelerini şart koşuyoruz. Tevhid ehlinin efendisi olan Molla Sadra'yi zındık olarak adlandırıyor ve ona her türlü hakarette bulunuyoruz. Molla Sadra'nm tüm kitaplarında en küçük tasavvuf mesleğine ait birşey göremezsiniz! Aksine Molla Sadra "cahiliyye putlarının sufiyyenin reddinde kırılması" adlı birkitap yazmıştır. Onu sufi olarak adlandırıyoruz? Hali malum olanları Allah ve Rasulünün diliyle mel'un diye adlandırılanları bırakıyor, Allah'a, Rasulüne ve Eimme'ye imana davet eden insanları kınıyoruz? Bu kınama ve ihanetlerin o büyük zatların makamına hiç bir zarar vermediğini de biliyorum. Aksine onların iyiliklerini artırmakta ve derecelerinin yükselmesine sebep olmaktadır. Ama bunlar bizim için zararlıdır. Tevfikimizin ortadan kalkmasına ve yardımsız kalmamıza sebep olur.
Merhum Şahabadi (ruhum ona feda olsun) şöyle buyuru-yordu: "Hiçbir zaman insanlara lanet etmeyiniz. Hatta bu dünyadan nasıl göçtüğünü bilmediğiniz kafirlere bile. Ama masum veli onun ölümden sonraki haletini de haber vermiş-se o başka. Zira insan ölüm anında da mümin olabilir. O halde genel olarak lanet ediniz." İşte bunlar o kadar yüce nefislere sahiptirler ki zahiren kafir olarak ölmüş olan insanlara bile lanet etmemeyi öğütlüyorlar. Zira ölüm anında imana ermiş olabilirler. Birisi de bizler gibidir, "Şikayet Allah'a götürülmelidir" der. Şehrin vaizi, ilim ve fazilet ehli olmasına rağmen alim ve fazıl insanların huzuruna çıkarak şöyle diyordu: "Falan şahıs filozof olduğu halde Kur'an da okuyordu." Aslında bu bizim şöyle dememize benzemektedir. Falan şahıs peygamber olmasına rağmen mebde ve meada inanıyordu. Ben salt ilme o kadar inanmıyorum. İman getirmeyen ilim en büyük hicaptır. Ama hicaplara girmeden, hicapları da yırtmak mümkün değildir. İlim, müşahedelerin tohumu hükmündedir. Bazen istilahatlar ve ilimler hicab olmaksızın da birtakım makamlar elde edilebilir. Bu normal bir yol ve tabii bir sünnet değildir. Oldukça az vuku bulmaktadır. O halde Allah'a aramanın yolu budur ki insan ilk olarak vaktini halkla müzakereye Allah hakkında isim ve sıfatlan hakkında ilim elde etmeye sarfetmelidir. Bunun da yolu, bu ilmin büyük üstadlarından ilim tahsil etmektir. Daha sonra o bilgilerin ilmi ve ameli riyazetini kalbine sokmalı ve böylece bundan bir netice hasıl olmalıdır, istilahatlar ehli değilse de mahbubu tezekkürden kalp ve hali o mukaddes zatla meşgul olmaktan da bir netice elde edebilir. Elbette bu kalbî iştigal ve batını teveccüh onun hidayetine sebep olabilir. Allah Tea-la onun elinden tutar. Hicaptan bazı perdeler onun gözünün önünden kalkar ve bu sıradan insanların yaptığı inkarlar bir yere kadar tenezzül eder. Allah Teala'nm özel inayeti sayesinde belki de marifetlere bir yol elde eder. Şüphesiz ki gerçek velinimet Allah'tır.
Fasıl
İnsan Ölürken Gayb Halinden Bazılarının İnsan İçin Keşfedildiği Beyanında.
Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere insan ölümü gördüğünde bazı hal ve makamlar kendisi için açığa çıkar. Bu bazı burhanlar mükaşefe ashabının keşfi ve birtakım hadislere de mutabık olan birşeydir. İnsan bu alemi imar ettiği, kalbi bu neş'ete yöneldiği, tabiat sebebiyle kendinden geçtiği ve gazab ve şehvetine etkin olduğu müddetçe kendi amel ve ahlakının suretlerinden tümüyle gafil durumdadır. Onların kalp melekutundaki etkileri bilmemektedir. Ölüm sekeratı ve birtakım zorluklarla karşılaşınca bu neş'etten insiraf ve rücu bir ölçüye kadar hasıl olmaktadır. İman, ve yakin ehli ise, ama kalbi bu aleme yönelikse, ömrünün sonunda kalbi bu aleme yönelir. Müvekkel melekler onu diğer aleme sevke-derler. Bu sevk ve intikalden sonra, berzah alemindeki birtakım örnekler onun için keşf olur, gayb alemindeki birtakım pencereler kendisine açılır. Kendi hal ve makamım bir yere kadar keşfeder. Nitekim Hz. Ali (a) da şöyle buyurmuştur: "Her nefis dünyadan çıkmadan önce cennet ehli veya cehennem ehli olduğunu bilmeden bu dünyadan çıkmayacaktır." (İlmu'l-Yakîn, C. 2., s 853.)
Bu makamda uzun bir hadisi şerif vardır; ama Hz. Ali'in ve diğer ehli beyt imamlarının velayetine sarılanlara bir müjde ihtiva ettiği için tümüyle zikrediyorum. Bu hadisi Feyzu'l-Kaşani İlmul-Yakin kitabında nakletmektedir. Ravi şöyle diyor: Hz. Sadık (a)'m şöyle buyurduğunu duydum: "Allah'a andolsun ki sizden kabul edilir ve Alah'a andolsun sizler bağışlanırsınız. Şüphesiz ki sizden biriniz ile gıpta edilmeniz ve sevinç ve göznurunu görmeniz arasında ölüm dışında hiç bir şey yoktur." İhtizar ve ölüm haletinde Rasu-lullah, Ali, diğer imamlar, Cebrail, Mikail ve Azrail hazır olurlar.
Can vermekte olan insanın yanına Cebrail gelerek Rasulullah'a şöyle der: "Bu şahıs siz Ehl-i Beyt'i seviyordu. O halde siz de onu seviniz. Rasulullah da şöyle buyurur: "Ey Cebrail bu şahıs Allah'ı, Rasulünü ve Ehl-i Beyt'i seviyordu; o halde sen de onu sev. Daha sonra Cebrail şöyle diyor: Ey Azrail, bu şahıs Allah'ı rasulünü ve ehl-i Beyt'i seviyordu; sen de onu sev ve ona iyi davran. Azrail o zaman yaklaşır ve ihtizar halindeki o şahsa şöyle der: Ey Allah'ın kulu! Acaba beraat ve emanını aldın mı? Acaba dünyada ismet-i kübraya sarıldın mı? Allah Teala onu muvaffak kılar. O da "Evet" der. Daha sonra Azrail şöyle sorar: İsmet-i Kübra nedir? O şahıs cevap olarak; Ali b. Ebi Talib'in velayetidir" der. Cebrail "doğru söyledin" der. Allah Teala korktuğun şeyden sana eman verdi ve arzu ettiğin şeye ulaştın. Sana Rasulullah Ali ve onun neslinden olan imamlarla refakati müjdeliyorum.
Böylece azrail onun canını rahat bir şekilde alır ve onun kefenini cennetten getirir. Onun korkusu güzel kokulu miske benzer. O kefenle onu kefenlerler ve tahnit ederler. Ona cennet elbiselerinden bir elbise giydirirler. Kabre konulduğunda cennet kapılarından birkapı kendisine açılır. Oradan yanına cennet reyhanı ve ruhu girer. Daha sonra kendisine şöyle denilir: "Zifafta olan bir gelin gibi rahat uyu. Sana ruh, reyhan ve cennet nimetlerini müjdeliyoruz. Allah Teala sana gazab etmez."
Hz. Sadık (a) daha sonra şöyle buyuruyor: "Kafirin ölümüne gelince Rasulullah, Ali, İmamlar, Cebrail, Azrail ve Mikail yanma varır. Cebrail yanına yaklaşarak ona şöyle der: Ey Allah'ın Rasulü, "bu şahıs siz ehl-i Beyt'e buğzedi-yordu, o halde sen de ona buğzet." Rasulullah şöyle buyurur: Ey Cebrail bu Allah'a, rasulüne ve Ehl-i Beyt'e buğzeden birisidir. O halde sen de onu buğzet. Cebrail, Azrail'e*şöyle der: "Bu şahıs Allah'a, Raulüne ve Ehl-i Beyt'e buğzeden birisidir. O halde sen de ona buğzet ve canını şiddetle al. Azrail ona yaklaşarak şöyle der: "Ey Allah'ın kulu! Beraat ve ema-nını aldın mı? Büyük koruyucuya dünya hayatında temes-sük ettin mi? O da "Hayır" der. Daha sonra Azrail ona şöyle der: "Bende sana Allah 'm düşmanlığını, gazabını ve ateşini müjdeliyorum. Arzuladığın şeyleri artık kaybetmiş durumdasın. Korktuğun şeyler seni kucaklamıştır." Daha sonra canını zorla alır onu öylece bırakır ve 300 şeytan onu yüzüne tükürür. O melek ise o tükürüğün kokusundan rahatsız olur.
Onu kabre koyduklarında cehennem kapılarından bir kapı yüzüne açılır. Cehennem ateşinin rüzgarı yüzüne savrulur."
Bilmek gerekir ki herkesin berzah alemi onun kıyamet neş'etinin bir örneğidir. Berzah alemi bu alem ile kıyametteki alem arasında yer alan orta alemdir. Dolayısıyla cennet veya cehennemden birkapı yüzüne açılabilmektedir.Nitekim mezkur hadiste de buna işaret edilmiştir. Rasulullah'ın şu maruf hadisi de buna işarettir. "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur."
O halde malum oldu ki, insan ihtizar ve ölümü gördüğü anda kendi amelinin suret ve eserlerini müşahede eder. Azrail'den cennet veya cehennem müjdesini alır. Bu eserleri bir ölçüye kadar orada keşfeder. Fiil ve amellerinin kalpte doğan etkilerini (nuraniyyet, şerh-i sadr ve vus'at ile bunların zıddı olan bulanıklık, göğüs darlığı, zulmet vb.) müşahede ve muayene eder.
O halde berzah alemini müşahede ettiğinde kalp lütfî ve cemali latif nefhaları muayeneye hazırlanır. Kalpte lütuf ve cemalin tecelli belirtileri ortaya çıkar. Elbette eğer saadet ve iman ehli ise.
O halde kalp likaullah sevgisiyle dolar. Kalbinde mahbu-bun cemaline iştiyak ateşi alevlenir. Bu da insan iyi bir geçmişe rububi bir cezbeye ve sevgiye sahip biri olduğu takdirde sözkonusudur. Bu tecelli ve şevkte nasıl bir lezzet ve kerametlerin olduğunu sadece Allah bilir.
Eğer iman ve salih amel biri ise iman ve ameli ölçüsünde Allah Teala kendisine birtakım kerametler inayet buyurur. Onları ihtizar anında apaçık birhalde görür ve onda ölüm iştiyakı ve Allah'ın kerametlerini lika aşkı hasıl olur. Dolayısıyla da ruhi bir rahatlık, sevinç ve ferahlık içinde bu alemden intikal eder. Bu sevinç ve mutluluğu ve bunca kerametleri görmeye mülki gözler ve dünyevi tatma organlarının takati yoktur.
Eğer şekavet, inkar, küfür, nifak, çirkin işler ehli olan biri ise dünyada kazandıkları oranda ilahi kahır ve gazabın belirtileri ihtizar halinde ona keşfolur. Onda öyle bir dehşet ve korku vücuda gelir ki Hakkın kahriyye ve celaliyye tecellileri onun en çok nefret ettiği birşey haline gelir. Bu adavet ve pişmanlık ebebiyle öylebir darlık zulmet, zorluk ve azab hasıl olur ki Allah Teala'dan başka hiç kimse onu ölçüsünü bilemez. Bu, dünyada inkar, nifak Allah'a ve velilerine düşmanlık etmiş kimseler içindir. Günah ehli olan kimseler için ise kesbettikleri ölçüde kendi cehennemlerinden bazı örnekler ortaya çıkar. Bu halde en nefret ettikleri şey bu alemden intikaldir. Dolayısıyla onları da zor ve baskıyla bu dünyadan intikal ettirirler. Oldukça büyük bir hasret kalplerinde oluşur.
Bu açıklamadan şu anlaşıldı: İhtizar halinde insan kendinden olan, ama haberdar olmadığı şeyler kendisine zuhur eder. Bu müşahedenin tohumu kendi vücud memleketine ekilmiş haldedir. Dünya hayatı örtülü bir perde gibi günah ve kirlerimizi örtmüş ve bu perde kalkıp hicaplar yırtılınca insan kendinde olanı ve insanın kendisi için hazırladıkları şeyleri müşahede etmektedir. İnsan diğer alemde sadece kendisi için hazırlardığı azab ve cezaları görür. İnsan salih amel, güzel ahlak ve doğru inançlarının suretini de o dünyada açıkça görür. Allah Teala da fazlıyla ona başka kerametler ihsan buyurur. "Zerre kadar hayır işleyeni görür" ayetinin tefsirinde (Kafi'de) Hz. Ali'den naklen bir hadis yer almıştır. Kazret şöyle buyurmaktadır: "Bu ayet Kur'an'da yer alan en muhkem ayetlerdendir ve Rasulullah bunu "camia" olarak adlandırmıştır."
O halde bilmemiz gerekir ki eğer bu alemde Allah'a ve velilerine bir muhabbet elde eder, Allah'a itaate yönelir ve kalbimizi rabbani kılacak olursak ihtizar anında aynı sureti güzel bir şekilde görürüz. Bunun aksine eğer kalbimiz dünyaya yönelir, Hakk'tan yüzçevirirse kalbimize Allah ve velilerine karşı düşmanlık tohumu serpilir ihtizar anında bu düşmanlık daha da artış kaydeder ve bundan korkunç garib eserler zuhur eder.
O halde önemli olan insanın kalb haletini ilahi etmesi ve kalbini Allah ve velilerine müteveccih kılmasıdır. Bu halet Allah'ın nimetlerini tefekkür etmek itaate yönelmek ve ibadete koyulmakla hasıl olur. Ama insan nefis ve amellerine güvenmemelidir. İnsan özellikle halvet ve uzlet köşelerinde Allah'tan muhabbetini kalbine yerleştirmesini istemeli, kalbini marifet ve muhabbet nuruyla aydınlatmasını dilemelidir. Dünya sevgisi ve Allah'tan gayrisinin muhabbetini kalbinden uzaklaştırmasını taleb etmelidir. Elbette bu sadece dil ile yapılan bir lakırtı olmamalıdır. Zira dünyaya aşırı bağlanmakla bunun gerçekleşmesi zor birşeydir. Ama bir müddet tefekkür eder, kalbine Allah sevgisinin güzel neticesini anlatır ve dünya sevgisinin kötü sonuçlarını hatırlatırsa hakikate ulaşması ümid edilir inşaallah.
Fasıl
Allah'ın Hubb ve Buğzımun Manası
Kur'an ve hadis-i şeriflerde Allah Teala'ya isnad edilen hubb, buğz vb. şeyler örfen bilinen manada değildir. Zira bunlar nefsanî infialleri (etkilenmleri) gerektirir. Biz burada kısaca bir beyan etmeye çalışacağız.
Bilmek gerekir ki en üst alem olan gaybi ve mücerred (soyut) alemden tenezzül edip (nazil olup) mülki-tabiî aleme husulden sonra birtakım sıfat ve haller vardır ki gaybi tecerrü-di suretinden çıkar, eser ve lazıme açısından başka suretlere bürünürler.Nitekim Eflatuncular tüm mülkî varlıkları gaybî ruhların mazharı, melekutî hakikatlerin nazilesi (nüzul etmişi) ve musul-i eflatuniye'nin emsali olarak kabul ediyorlar. Hakeza bu alemde cevheri olmayan bir vücudla mevcud olan ilinek (avariz) ve keyfiyatları (nitelikleri) da o alemde vücud-ları aynısıyla mevcud varlıkların zati tecellilerinin sureti olarak kabulediyorlar. O halde şöyle deriz ki mülk aleminde teceddüd ve infial ile birlikte olan bu vasıf ve haller gaybi alemler ve tecerrüdi neşetlerde özellikle de ilahi isimler alemi ve ahadiyet makamında tüm noksanlıklardan münezzeh bir suretle mevcutturlar.
Dolayısıyla onlar hakkındaki tabirler de mücerred neşet ve rububi alem hasebiyle olup bu alemden farklı bir şeydir .Nitekim cemali, lütfi hubbi ve ünsî tecelliler de dediğimiz rahmani ve rahimi teceliler eğer bu alemde zuhur edecek olursa infialle birlikte olan hubb, rahmet ve lütuf şeklinde zuhur etmektedir. Bu, yaşadığımız alemin aşırı darlığı sebebiyledir. Rivayette yer aldığı üzere rahmetin yüz cüzü vardır ki bu aleme sadece bir cüz'ü nazil olmuştur. Alemde varolan bunca rahmetler ise sadece bu alemdeki o bircüz rahmet sebebiyle tahakkuk etmektedir. Valideyn ve evladı arasındaki rahmet gibi. Nitekim kahri ve maliki tecelliler de (ki Celalin tecellilerindendir) bu alemde buğz ve gazab suretinde zuhur eder. Bilcümle hubb ve buğz ile rahmaniyet ve kahhariyetin gazabı celalin tecellilerinden olan malikî ve kahri tecellilerdir. Bu alemde buğz ve gazab şeklinde zuhur etmektedir. Bu tecelliler gayb aleminde bizzat ve ayn-i zatıyla mevcuttur. Kesret teceddüd ve infiali yoktur.Nitekim rahmaniyet ve kahhariyetin zuhuru da bu alemde mevcud olan muhabbet ve gazablardır. Mazhar zahirde ve zahirde mazharda mütecelli ve fani olduğu için bazı makamlarda birbirleriyle tabir edilmesi de caizdir. O halde Allah'ın kula buğzu, kahhariyet ve intikamıyla zuhuru; sevgisi de rahmet ve kerametiyle zuhurudur. En iyi bilen Allah'tır...
Hazırlayan: ruhullah.com