Zürare şöyle diyor: "Hazret-i İmam Bakır (as)'dan şöyle dediğini işittim: "Şüphesiz ki Allah-u Teala vasfedilemez. Nasıl vasfedilsin ki? hindisi kitabında şöyle buyurdu: "Allah'ı hakkıyla takdir ve tazim edemediler."
Yani Allah-u Teala azamet veya herhangi bir vasıfla tavsif edilemez. Zira Allah vasfedilen bütün sıfatlardan daha büyüktür. Hakeza peygamber (s) de tavsif edilemez. Nasıl tavsif edilsin ki? Allah-u Teala onu yedi hicabla hicaplandır-mıştır. Resulullah'a itaati, kendisinin göklerde itaati gibi karar kılmıştır. Bu sebepten Resulullah'ın size emrettiği herşe-yi alın ve nehyettiği herşeyden sakının. "Elçi size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırıyorsa, artık ondan sakının ve Allah'tan sakınıp korkun." (Haşr/7) "Ona itaat eden bana itaat etmiştir. Ona isyan eden şüphesiz bana isyan etmiştir. " Allah-u Teala işleri ona tefviz etmiştir. Hakeza bizde tavsif edilemeyiz, nasıl tavsif edilelim ki? Biz öyle insanlarız ki Allah-u Teala hertürlü pisliği, yani şekkî bizden gidermiştir. Hakeza mümin de vasfedilemez. Mümin kardeşiyle karşılaştığında onunla musafaha ederse Allah-u Teala sürekli onlara nazar eder, yüzlerinden günahları, ağaçlardan dökülen yapraklar gibi dökülür. (Usul-i Kafi c/2 s/182 İman ve Küfür Kitabı Musafaha Babı 16. Hadis)
ŞERH
Hadisle ilgili bir takım açıklamaları birkaç fasıl zımnında açıklamaya çalışacağız.
Fasıl
Allah-u Teala'nm Tavsif Edilemediğinin Manası Beyanında
Bilki hadiste Allah-u Teala'nm tavsif edilemezliğinin nedeni bazı cehalet, cedel, kelam vb. grupların Allah-u Teala için reva gördükleri bir takım tavsiflerdir. Nitekim bazı rivayetlerde de yeraldığı üzere bunların tavsifleri birtakım sınırlandırma, teşbih ve hatta ta'til (Allah-u Teala'nm tanmama-yacağı) gibi şeyleri gerektirmektedir. Nitekim ayette de şöyle yeralmaktadır: "Allah'ı kadrinin hakkını vererek takdir edemediler." (Enam/91)
Hakeza Kafide yeralan bir takım hadisler de Allah-uTea-la'yı tavsif etmekten bizleri sakındırmıştır. Örneğin Abdur-rahim şöyle diyor; "Abdul Melik b. Ayan vasıtasıyla İmam Sadık (a)'a şöyle bir mektup yazdım: "Şüphesiz Irak'ta bir grup Allah-u Teala yi suret ve tahtit (yani damar-i şekil veya heyet) ile tavsif etmektedir. O halde sana feda olayım, eğer salah görüyorsanız bizlere tevhid hususunda sahih görüşünüzü beyan edin." İmam (a) bizlere şöyle yazdı: "Allah-u Teala sana rahmet etsin, tevhid hakkında sormuşsun. Irak'taki o grubun inandığı şeylerden hiçbir benzeri olmayan Allah-u Teala münezzehtir. Allah-u Teala duyan ve görendir. Allah-u Teala vasfedenlerin vasfından münezzehdir. Allah-u Tea-la'yı yarattıklarına teşbih edenler Allah'a büyük bir iftira atmaktadırlar. Allah sana rahmet etsin. Bilki tevhid hakkındaki sahih görüş Kuran-ı Kerim'in nazil buyurduğu Allah'ın sıfatlarıdır. O halde Allah-u Teala'dan butlan ve teşbihi nefyet. Ne Allah'ın sıfatlarını nefyet; ki butlandır ve ne de onu yaratıklarına benzet; ki bu bir teşbihtir. Allah-u Teala sabit ve mevcuttur. Vasfedenlerin tavsifinden münezzehtir. O halde Kur'an dan öne geçmeyiniz. Aksi taktirde ilahi talim ve beyandan sonra delalet ve sapıklığa düşersiniz. (Usul-ı Kafi c/l s/100 Tevhid Kitabı)
Hadis hususunda dikkatli bir şekilde düşünülecek olursa anlaşılacaktır ki; Allah-u Teala'nın tavsif edilememesinden maksat sıfatlarında tefekkür etmemek ve mutlak bir şekilde Allah-u Teala'yı tavsif etmemek değildir. Nitekim bazı büyük muhaddisler de bunu beyan etmişlerdir. Zira bu hadislerde aynı zamanda hem ta'til ve hem de teşbih nefyedilmiştir. Nitekim bazı rivayetlerde de bu yer almıştır ve bunlar Allah'ın sıfatlarında tefekkür ve kamil bir ilim olmadığı taktirde gerçekleşemez. O halde maksat Allah-u Teala'yı kendisine yakışmayan sıfatlarla tavsif etmemektir. Örneğin kulların sıfatlarından olan ve aynı zamanda mekan ve noksanlıkla içice olan suret ve tahtit gibi sıfatlarla Allah-u Teala'yı sıfatlandırmamak gerekir.
Allah-u Teala'yı kendisine layık sıfatlarla tavsif etmeye gelince; bunun yüce ilimlerde bürhani sahih bir mizanı vardır. Bu husus Allah'ın kitabında, Resulullah'ın sünnetinde ve Ehl-i Beytin rivayetlerinin bir çoğunda yer almıştır. Nitekim imamın kendisi de icmali bir şekilde bu burhanı sahih konuya işaret etmiştir. Bu hususta bir takım açıklamalarda bulunmak maksadımızın dışında olduğundan sarf-ı nazar ediyoruz.
İmam Sadık (A) Allah-u Teala'yı tevsif hususunda Kur'an'dan dışarı çıkılmamasını emretmektedir. Bu, sıfatlarda herhangi bir mizanın olmadığını söyleyenlere bir emirdir. Yoksa Allah-u Teala'nın Kur'an'da yer alan bazı sıfatlarla tavsif edilemeyeceği manasına değildir. Nitekim İmamın kendisi de Kur'an'dan öne geçilmemesini söylemesine rağmen, Allah-u Teala'yı kur'an'da olmayan iki sıfatla vasıflan-dırmıştır. Bu sıfatlardan birisi "sabit", diğeri ise "mevcut'tur.
Evham dolu nakıs aklıyla marifet yolundan ve ilahi gaybî teyidden mahrum bir halde Allah-u Teala'yı herhangi bir sıfatla tavsif eden kimse, şüphesiz ya ta'til delaletine düşecek; ki bu butlandır. Ya da teşbih delaletine düşecek; ki bu da felakettir. O halde bizim gibi özleri cehaletin kalın perdeleri, bencillik, adetler ve uygunsuz ahlakla örtülü kimselerin gayb alemine el uzatmaması ve kendi nezdinde birtakım ilahlar yontmaması gerekir. Zira kendi hayalleriyle teveh-hüm ettikleri herşey, kendi nefislerinin yaratığı olacaktır. Şu nükteyi de beyan etmeliyiz ki, bizim gibi şahısların gayb alemine uzanmamalarını söylemekten maksadımız, onların cehalet ve bencillik içinde kalmasını tavsiye değildir. Veya ne-uzubillah insanları Allah'ın isimleri hususunda ilhada davet etmek manasında da değildir. "Onun isimlerinde aykırılığa ve inkara sapanları bırakın." (Araf/180)
Biz insanları evliyaullah'ın göz ve çırağı ve diyanetin esası olan marifetlerden alıkoymuyoruz. Aksine bizim bu dediğimiz kalın hicapları ortadan kaldırmaya davettir. Biz demek istiyoruz ki insan, kendisine, dünya malına, mal ve makam sevgisine esir durumdadır. Bu kitabın yazarı gibi, cehalet, dalalet, bencillik ve egoistlik perdeleriyle örtülüdür. Ki bütün bunların hepsi, zulmani hicaplardır. İnsanı hak marifetlerden, muradına ulaştırmaktan ve asıl maksuduna ermekten mahrum kılar. Dolayısıyla Allah-u Teala ve kamil velileri elimizden tutmazsa, işimizin nereye varacağı, hareket ve seyrimizin gayesinin ne olacağı belli değildir. Allah'ım sadece sana şikayette bulunuyoruz ve sadece yardım edici sensin.
Allah'ım biz cehalet diyarının şaşkınlarıyız. Delalet bataklığına gömülmüş şaşkınlarız. Kendimize ve bencilliğimize yönelmişiz, mülk ve tabiat aleminin zulmethanesine gelmişiz. Burada olduğumuz müddetçe de basiret gözümüzü açamadık. Senin güzel cemalini akıl aynamızda görmedik. Nurunun zuhurunu göklerde ve yerlerde en güzel şekliyle müşahede etmedik. Hayatımız boyunca kör bir göz ve örtülü bir kalple yaşadık. Bir ömür, nefis gafleti ve cehalet içinde yaşadık. Eğer senin sonsuz lütfün ve nihayeti olmayan rahmetin bizlere yardımcı olmazsa, kalbimizde bir aşk ateşi tutuştur-mazsa ve ruhiyetimizde bir cezbe hasıl olmazsa hayret içinde ebedi olarak kalacağız ve hiçbir yere ulaşamayacağız. Ama biz sana bu kötü zanda bulunmuyoruz. Zira senin nimetlerin, istenilmeden verilen nimetlerdir ve rahmetin sabıkasız rahmetlerdir. İlahi! bizlere lutfeyle, ellerimizden tut. Bizleri cemal ve celal nurlarına hidayet et. Kalbimizi isim ve sıfatların nuruyla nurlandır.
Sıfat ve İsimlerinin Hakikatinin Bilinemeyeceği Beyanında
Hakkın sıfatlarının hakikatini derketmek, onları ihata etmek ve keyfiyetini bilmek burhanın ulaşamadığı ve ariflerin emellerinin varamadığı bir şeydir. Resmi hikmet alimlerinin burhani ve tefekkür nazarıyla söyledikleri ile irfan alimlerinin beyan ettiği sıfat ve isimler bahsi, kendi meslekleri itibariyle sahih ve de bürhanidir. Ama bizzat ilmin kendisi kalın bir hicabtır. Kamil bir takva, şiddetli bir riyazet, tam bir teveccüh ve Allah-u Teala ile sadıkane bir münacaat sayesinde sübhaiıi tevfikatlarla bu hicap yırtılmadığı müddetçe celal ve cemalin nurları salikin kalbine doğmaz ve ilallah muhacirinin kalbi, gaybi müşahedeler ile esmaî ve sıfati tecellileri açık bir şekilde göremez. Nerede kaldı ki zati tecellilere nail olsun! Ama bu beyan insanı Hakk'm tezekkürü olan talep ve bahisten alıkoymamalıdır. Zira hak ilimlerin tohumu olmaksızın, marifetin temiz ağacının kalpte yeşermesi oldukça nadir bir olaydır. O halde insan ilk başta ilmi riyazetlerden ve bunun bütün şart ve tamamlayıcılarından el çekmemelidir. Nitekim şöyle demişlerdir: "İlim müşahedelerin tohumudur.' Ve eğer ilimler bu alemde bir takım engeller sebebiyle tam bir sonuca ulaşanıasa da diğer alemde insan için bir takım güzel neticeler hasıl edecektir. Ama en önemlisi şartlarına ve mukaddematına riayet etmektir ki, bunlardan bazısı önceki hadislerin şerhinde beyan edilmişti.
Fasıl
Tefekkür kademiyle evliya ve enbiya'nın Hakikati Bilinemez
Bilki Resulullah'm (s) cemal makamı ve ruhaniyet marifeti ve hakeza masum velileri ile muazzam nebilerin kemal makamı tefekkür kademiyle, afak ve enfüste gerçekleştirilen seyir sayesinde müyesser değildir. Zira bunlar ilahi gaybi nurlardan ve Cemal ve Celal'in nurlu ve tam ayetlerinden-dir. Bunlar ilallah seferi ve manevi seyirlerinde zati semanın gayetine ulaşmışlardır ve bu makeddes zatlar "nitekim iki ok kadar veya daha da yakınlaştı" makamına ulaşmışlardır. Gerçi bu makamın asıl sahibi Rasulullahtır ve salihler o mukaddes zatın gölgesinde bu makama ermetmektedirler. Biz şu anda Resulullah (s)'in seyrinin keyfiyetini onun ruhanî miracıyla diğer enbiya ve evliyanın miracı arasındaki farkı beyan etmek istemiyoruz. Bu makamda sadece onların nura-niyetiyle ilgili bir hadisi nakletmekle iktifa ediyoruz. Zira onların nuraniyetini idrak etmek de batını bir nuraniyet ve ilahi bir cezbe istemektedir.
Cabir şöyle diyor: İmam Bakır (a)'dan alimin ilmi hakkında bir soru sordum. İmam şöyle buyurdu: "Ey Cabir şüphesiz ki peygamberler ve onların varislerinin beş ruhu vardır. Bunlar ruh'ul-kudus, ruh'ul-iman, ruh'ul-haya, ruh'ul kuvve, ruh'ul-şehve ruhlarıdır. Ey Cabir, ruh'ul kudus ile arşın altından yerin dibine kadar bütün işleri onlar bilirler." İmam daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Cabir bu dört ruha afet ulaşabilir. Sadece ruh'ul-kuduse ne afet ulaşır ve ne de kimse onunla oynayabilir." (Usul-i Kafi c/l s/272 Kitab'ul Hücce 2. Hadis)
Ebu Basir şöyle diyor: İmam sadık (A)'a "Böylece sana da kendi emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir iman nedir bilmiyordun. Ancak biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdirdik. Şüphesiz sen dosdoğru olan bir yola iletilip, iletiliyorsun" Ayetinin manasını sordum İmam (a) şöyle buyurdu: "Bu ruh Allah-u Teala'nın yaratıklarından bir yaratıktır. Ve Cebrail ile Mi-kail'den daha büyüktür. Bu ruh daha önce Resulullah (s) ile birlikte idi. Ona olayları haber veriyor ve onu muhkem kılıyordu. Daha sonra da bu ruh imamlarla birliktedir." (Kafi c/l s/273 Kitabul Hücce) birinci hadisten anlaşılacağı üzere enbiya ve evsiyanın ruh'ul Kudüs sayesinde büyük bir ruhani makamı vardır ve bu makam sayesinde kainatın bütün zerrelerine ilmi ve kayyumi bir ihataları vardır. Bu ruhta hiç bir gaflet, uyku unutkanlık nisyani ve benzeri imkani olaylar ile teceddüd ve mülki noksanlıklar yoktur. Aksine mücerred gayb alemi büyük ceberrud alemindendir. Birinci hadisten de anlaşılacağı üzere bu ruh mücerred ve kamil olup, bu makamın en büyük temsilcilerinden olan Mikail ve Cebrail'den de büyüktür.
Evet Allah-u Teala'nın cemal ve celal kudret eliyle tiynet-lerini yoğruduğu, evveli zatî tecellisinde bunların kamil aynasında tüm isim, sıfat ve ahaddiyet-i cem makamıyla tecelli ettiği ve gayb halvetgahından kendilerine sıfat ve isimlerin hakikatlerini talim ettiği evliyalara, marifet ehlinin emelleri, cemal ve celalinin kibriya eteğine ulaşamaz ve kalb ashabının marifetleri onların kemaline eremez. Nitekim bir hadiste de Resulullah (s) şöyle buyuruyor: "Ali (a) Allah-u Teala'nın zatında fenaya ermiştir." Yazar, nübüvvet makamını Tavsif hususunda, yarasaların güneşi tavsif etmesine benzer bir şekilde eski günlerinde Misbah'ul-Hidaye diye bir risale yazmıştır. (Müracaat edilsin)
Fasıl
Hadis-i şerifin bir fıkrasında şöyle buyrulmuştur: "Nasıl vasfedilsin ki, Allah-u Teala'nın yedi hicabla hicablandırdı-ğı bir kuldur o." Bu fıkra hakkında bazı ihtimaller vardır. Biz bunlardan bazısını zikredeceğiz. Birinci ihtimali merhum Feyz (rahmetullahi aleyh) buyurmuşturki; "başka bir hadiste yer aldığı üzere Allah-u Teala'nın nur ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır. Dolayısıyla bu hicabları keşfedecek olursa onun cemalinin nurları gözlerinin ulaşabildiği herşeyi ortadan kaldırır. Binaenaleyh "ihtecebellahu bi sebin" manası bir ihtimale göre şudur ki, bütün hicablar ortadan kalkmış ve yetmişbin hicabtan sadece yedisi baki kalmıştır." Ve bu ihtimal üzere cümle şöyle okunmalıdır: "Ihticeballah anhüm seb'in" ve Allah lafzı fail konumundandır.
Gerçi bu ihtimal diğer ihtimallerden daha münasibtir. Ama münakaşa edilir bir ihtilmaldir. Zira lafız hasebiyle tavsif ve ta'rif makamında bu manayı şöyle tabir etmesi daha münasipti: "ma ihtecebe anillahi illa biseb'în" veya "mai'tece bellahu anhü illa bisebîn" ve başka bir tabirle peygamberin kemali ve tavsif edilmemesi diğer hicablara sahib olmaması sebebiyle değildir. Belki bu yedi hicaba sahip olması hasebiy-ledir. O halde bunu zikretmesi daha uygundur. Mana açısından zahir odur ki bu hicablar, yani Allah-u Teala için var olan zulmet ve nurdan hicablar halkî (yaratışsal) hicablardır; ismi ve sıfatı hicablar değil. O halde ResuluUah (s) nurundan daha önce halki birşeyin olması gerekmektedir. Halbuki sabit olduğu ResuluUah (s) en yakın hicab ve ilk mahluktur. İsmi ve sıfatı hicabları bile yoktur. Nitekim bu kendi makamında ispat edilmiştir. Ama diğer yedi makam bizzat ResuluUah (s)'in kendisi için bile hicab değildir.
Merhum Meclisi (r.a)'m başkalarından naklettiği ve sahih bildiği bir ihtimal de şudur ki bu cümle, mukaddeme yoluyla zikredilmiştir ve maksat şudur ki, ResuluUah (s)'i sonraki cümlelerle tavsif etmek gerekmektedir. Yani kullardan yedi hicabla gizli olan Allah-u Teala'nın, yeryüzünde itaatini göklerde kendi itaati gibi karar kıldığı bir insan nasıl tavsif edilebilir ki? Allah-u Teala kullarından yedi hicab ile mahcub durumdadır ve onlar asla kendisine ulaşamazlar. Ama bir veziri vasıta kılar, gönderir ve kendilerine "onun emri benim emrimdir" diye yazılır. Dolayısıyla yedi hicabtan maksad yedi kat göktür. Ve bu göklerden peygamber vasıtasıyla bizlere Allah(c.c.)'m vahyi ulaşmıştır. Buna yakın bir takım ihtimaller de vermişlerdir. Ama bu yedi hicabın nuranî -semavi hicab olduğunu söylemişlerdir. Bu ihtimalin, gerçi manevi münakaşa ortamı yoktur. Ama lafız ve Tavsif ortamı açısından uzak bir ihtimaldir. Belki öncekinden de uzaktır.
Bu makamda başka bir ihtimal da vardır ki, mana açısından oldukça sahih ve doğrudur. Makam hasebiyle de münasiptir. Ama bunun sıhhati şu iki şeyden birine mübtenidir. Birincisi "ihtecebe" muteaddi bir fiil olarak kullanılmış ve de "hacebe" manasınadır veya "ba" harfiyle muteaddi edilmiştir. Velhasıl mefulu mukadderdir. Ve bu ihtimal şudur ki, Allah "u Teala'nın yedi hicabla hicablandırdığı insanı nasıl tav-sib edebeliriz? Meşiyetle aynı ufukta seyreden cemal ile ru-haniyeti için, tabiat mertebesinden mutlak meşiyet mertebesine kadar yedi hicab karar kılınmıştır. Veya Resulullah'ın tabiat mülkü mertebesinden gayb huvviyeti mertebesine kadar yedi hicab karar kılmıştır. Gerçi lugatta ve kullanışlarda "ihtecebe" fiilinin muteaddi olarak kullanıldığına şahid olmadık. Ama bazı edebiyad alimleri "ihtecebe''nin "ba" harfiyle muteaddi olarak kullanılabileceğini söylemişlerdir. İlim Allah (c.c) indindedir. Ve en iyi bilen yine de Allah (c.c.)'u dur.
Fasıl
Emrin Resulullah'a Tefviz Edilmesinin Beyanında
Bilki tefvizin "cebr ve tefviz" bahsinde söz konusu edilen bir manası vardır ve o da şudur ki Allah-u Teala işlerinin birinde (gaybî ve mücerred alemlerden yaratılış ve tekvin aleminin sonuna kadar) neuzubillah kendisini kayyumi tasarruftan azletmekte, o işi kamil tam ve ruhani ihtiyar ve irade sahibi veya tabii, şuur ve iradesi olmayan bir yaratığa bırakmaktadır ve o kulun o işte, tam ve müstakil bir tasarruf hakkı vardır. Bu manada bir tefvizin ne tekvinde ne teşride ne siyasette ne de insanların te'dibinde imkanı yoktur. Zira A1-lah-u Teala'nm noksanlığına, mümkün bir varlık olduğuna ve dolayısıyla da mümkünde ihtiyaç ve imkan sıfatının ortadan kalkmasına sebeb olmaktadır. Bunun karşısında ise cebir yer almaktadır. Ki cebir de vücud mertebelerinden özel etkilerin selbedilmesi, sebeb ve musebbiblerin ortadan kaldırılması ve vasıtaların kenara itilmesidir.
Bu da batıl bir görüş olup güçlü burhanlara da muhaliftir. Bu, mükelleflerin fiillerine özgü bir şey de değildir ve oldukça da meşhur bir konudur. Aksine bu manada bir cebr ve tefvizi nefyetmek, tüm vücud mertebelerinde gayb ve şuhud meşhedlerinde cari olan Allah'ın bir sünnetidir. Bu hususta yapılacak bir araştırma (bu sayfalarda) bizim görevimiz değildir. Cebr ve tefvizi nefy eden hadisler de bu manadaki bir tefviz manası içermektedir.
Ama tefvizi ispat eden bir takım hadisler ise bu manadan başka bir manayı ifade etmektedir. Örneğin: Bir rivayette Hz. Bakır (A) şöyle demiştir: "Resulullah (s) göz ve nefis diyetini kararlaştırdı. Nebizi haram kıldı ve her türlü şek verici şeyleri yasakladı" Birisi Resulullah (s)'e "vahiy gelmeden mi bunu yaptın?" diye sordu. Resulullah (s) "Evet, ta ki bu vesileyle bana itaat edenler veya masiyette bulunanlar belli olsun." buyurdu. Veya namazlara bir kaç rekat izafe etmesi, şaban ayında ve diğer aylarda üç günlük orucu müs-tehab kılması veya kulların mutlak işlerinin Resulullah'a tefviz edilmesi...Nitekim Kafi'de yer alan bir rivayette Zürare şöyle diyor: "Eba Cafer ve Eba Abdillah (a)'dan şöyle buyurduklarını duydum: "Allah-u Teala kullarının itaatini görsün diye onların işlerini Resulullah'a tefviz etmiştir." Ve İmam daha sonra şu ayeti tilavet buyurdu: "Resulullah (s)'ın size getirdiği her şeyi alın ve sizleri sakındırdığı herşeyden sakının" Bu ve benzeri rivayetlerde yer alan cebri mezkur manadan gayrisine hamletmek gerekir.
Zikredildiği yoruma göre Allah-u Teala Resulullah'ı Allah'ın istek ve iradesine muvafık olan şeyler dışında, hiçbir şeyi tercih etmeyecek bir şekilde tekmil ettikten sonra, bazı işleri tayin etmeyi ona tefviz etti. Örneğin; farz namazların rekatlarını artırdı, nafile namaz ve orucu tayin etti. Bu tefviz, Resulullah'm keramet ve şerefini izhar içindir. Resulul-lah'm bu tayin ve tercihi vahy ve ilham dışında bir yolla değildir. O halde Resulullah'm bu tercihi o işin vahiy yoluyla beyan edildiğini te'kid etmektedir.
Allame meclisi buna benzer ihtimaller de zikretmişlerdir. Örneğin; Allah-u Teala, riyaset ta'linı ve yaratıkların tedib işini Resulullah'a tefviz etmiş, hükümlerinin izharını, veya beyan edilmemesini o haz-rete tefviz etmiştir. Örneğin takiyye zamanını, Resulullah (s)'e ve diğer imamlara tefviz etmiştir. Ama bunların hiç birisinde tefvizin kemiyetini bir burhan ve kanun şeklinde beyan etmemektedir. Hakeza bu tefviz ile diğer tefvizler arasındaki fark beyan edilmemiştir. Aksine onların kelimelerinden özellikle de Merhum Meclisi'nin sözlerinden anlaşılmaktadır ki mutlak icad, öldürme, rızık ve ihya işi Allah-u Tea-la'dan gayrisinin eliyle olursa tefvizdir ve buna inanan kafirdir. Hiç bir akıllı böyle bir şahsın küfründe şek etmez. Ama Meclisi, keramet ve mucizeleri duaların isticabeti kabilinden saymıştır ve elbette ki bunların faili ise Allah-u Teâla'dır. Ama insanların talim ve terbiyesi, enfal ve humustaki ihsan ve mahrumiyet ile bazı hükümleri yasaması doğru ve sahihtir. Bu tafsilatlı bir şekilde ele alınmamış bahislerden biridir. Nerde kaldı ki sahih bir mizan altında değerlendirilebilsin. Genellikle konunun bir köşesini ele almış ve bahsetmişlerdir. Yazar da az kabiliyeti eksik, bilgisi yırtık kağıdı ve kırık kalemiyle bu korkunç vadiye girmeye cesaret edememektedir. Ama buna kısaca işaret etmek ve hakkı izhar etmek zorundayız.
Tefvizin Manasına İcmali Bir İşaret
Bilmek gerekir ki, Allah'ın elinin bağlı olduğunu ve insanın irade ve kudretinin te'sirini beyan eden muhal tefviz hususunda küçük-büyük işler arasında hiç bir fark yoktur. Nitekim ihya, öldürmek, icad, yoketmek ve bir unsurun başka bir unsura dönüşümünde hiçbir varlığın başka bir varlığa tefvizi söz konusu değildir.
Bir tek saman çöpünün hareketi bile tefviz edilemez. Hatta mukarreb bir melek, mürsel bir nebi, mücerred bir akıl ve ceberrüt-i ala sakinlerinden tut heyula-i ula (ilk madde)'ya kadar hiçbir mevcuda tefviz söz konusu değildir. Ve kainatın tüm zerreleri Allah-u Teala'mn kamil iradesi altındadır. Hiç bir işte, hiç bir şekilde bağımsızlık söz konusu değildir. Varlıkların tümü vücud, vücudun kemali, hareket, sekanet irade, kudret ve diğer işlerde muhtaç konumundadır. Allah (c.c.)'ın kayyumiyeti, kulların istiklalinin nefyedilmesi ve ilahi iradenin nüfuz ve zuhuru karşısında da hiç bir işin küçük veya büyük olmasının farkı yoktur. Biz zayıf kullar sadece zayıf amellere kadiriz. Hareket, sükûn ve benzeri fiilleri eda edebiliyoruz. Allah'ın halis kulları ve mücerred melekler ise ihya, imate, (öldürme) rızık, icad ve yok etmek gibi büyük fiillere kadirdir. Nitekim, Azrail öldürmek ile mütevekkildir ve onun öldürmesi duanın isti-cabeti kabilinden bir şey değildir. İsrafil ise ihya ile mütevekkil bir melektir ve bu da duanın icabeti kabilinden bir şey değildir.
Batıl olan tefviz kabilinden bir şey de değildir. Nitekim kamil veli ve güçlü tezkiye edilmiş nefisler yani enbiya ve evliyanın nefisleri de yok etmek, icad etmek, öldürmek ve ihya etmeye kadirdir. Ama bu muhal olan tefviz değildir ve bunu batıl saymamak gerekir. Kulların işi kamil ruhlara tefviz edilmiştirki, meşiyetleri Allah'ın meşiyetinde fanidir. İradeleri Allah-u Teala'nm iradesi gölgesindedir ve onlar Allah'ın irade ettiği şeyden başka bir şeyi irade etmezler. Tüm hareketleri en üstün nizam ile mutabık bir şekilde gerçekleşmektedir. Bu hem yaratılış hem icad ve hem yasama ve terbiye nizamında söz konusudur, bunun hiç bir sakıncası yoktur ve hatta haktır. Bu gerçekte tefviz değildir. Nitekim gelecek fasılda beyan edilen İbn-i Sinan'ın hadisi de bu manaya işaret etmiştir.
Bilcümle ilk manasıyla tefviz hiç bir şeyde caiz değildir ve sağlam burhanlara muhaliftir, ikinci manasıyla tefviz ise tüm manalarda caizdir. Hatta alemin düzeni bu sebeb ve müsebbebleri terbiye sayesindedir. "Allah-u Teala işleri sebepler vasıtasıyla cari kılar." Bil ki icmalen zikredilen bütün bu bilgiler bürhanidir ve bürhani sahih ölçüler ile irfan ehlinin zevki ve duyulan şahitlerle mutabık haldedir. Yine de hidayete erdirici olan Allah-u Teala'dır.
Fasıl
İmamların makamına kısaca bir işaret
Bilmek gerekir ki, hikmet ve teharet Ehli Beyt'inin manevi "ilallah" seyrinde ruhani yüce birtakım makamları vardır. Ve bu manevi ilallah seyrini ilmi açıdan bile derketmek insanın takatinin akıl sahiplerinin aklının, irfan ashabının şuhu-dunun üstünde birşeydir. Nitekim hadislerden anlaşıldığı üzere ruhaniyet makamında Rasulullah (sav) ile iştirakleri vardır. Bunların mutahhar nurları alemlerin yaratılışından önce yaratılmış ve Allah-u Teala'yı teşbih ve tahmid ile meşgul idiler.
Kafi'de yer alan bir hadiste Muhammed b. Sinan şöyle rivayet etmektedir: "Ben İmam Muhammed Bakır (as)'ın huzurunda taraftarlarının ihtilafını sordum. İmam şöyle buyurdu: "Ey Muhammed, Allah-u Teala kendi bildiğinde eşsizdir. ilk önce Muhammed ve Fatıma'yı yarattı. Onlar tam bin devran öylece kaldılar. Daha sonra da herşeyi yarattı. Onları yarattığına şahid kıldı. Onlardan kendilerine itaat etmesini istedi. Ve kullarının işlerini onlara bıraktı. O halde onlar istediğini haram ve istediklerini helal kılarlar. Ama onlar Allah'ın istediği dışında bir şeyi istemezler. İmam (as) daha-sonra şöyle buyurdu: Ey Muhammed bu, aşırı gidenlerin dinden çıktığı, geri kalanların işe yok olduğu bir dindir. Bununla uyum içerisinde olan Hakk'a ulaşmıştır. Ey Muhammed, bu bildiklerini ganimet say" (Usul-u Kafi, C. 1. sh. 441. 5. hadis.)
Kafi'de yer alan başka bir hadiste Mufazzal şöyle rivayet ediyor: İmam Sadık (as)'a şöyle arzettim: "Gölgelerde karar kıldığınız zaman nasıl idiniz?" İmam şöyle buyurdu: "Ey Mufazzal, biz Allah'ın cennetindeydik, onun yeşil gölgesinde olduğumuz zaman bizden başka kimse yoktu. Allah'ı teşbih ve takdis ediyorduk. Onun birliğini ve vahdaniyetini övüyorduk. Bizden başka ne bir melek ve ne bir ruh sahibi vardı. Daha sonra Allah-u Teala birtakım şeyleri irade etti. Ve böylece melekleri ve diğer yarattıkları istediği gibi yarattı. Daha sonra onların ismini bize ulaştırdı." (Usul-i Kafi. Cilt. 1. sh. 441, Kitabu'l-Hucce 7. hadis)
İmamların bedenlerini tiyneti, ruhlarının yaratılışı, kalpleri, kendilerine ism-i azamdan ihsan edilenler, nebiler ve meleklerin ilmi (yani ilahi gaybi hazineden verilen ilimler) ve bundan da yukarısı benim ve seni gibilerin düşünemeyeceği zahiri faziletleri hususunda ashabının muteber kitaplarında özellikle de Usul-i Kafi'de o kadar rivayet ve hadisler vardır ki, akıllar hayret etmekte, ve o mukaddes zatlar dışında hiç kimse o hakikat ve esrara vakıf olamamaktadır. Şu anda şerhiyle meşgul olduğumuz hadiste de bu faziletlerden birine işaret edilmiştir. Bu ayetin Ehli Beyt beyt hakkında nazil olduğu hususundaki rivayetler mütevatir, sünni ve şiilerin naklettiği rivayetlerdir. Ehli Beyt'ten maksadın ise ismet ve taharet Ehli Beyti olduğu hususunda Şia'nın tüm alimleri ittifak etmiş, Ehli Sünnet yoluyla nakledilen rivayetler ise tevattür haddine ermiştir. Dolayısıyla çok açık birşey olduğundan zikretmekten sarf-u nazar ediyoruz.
İsmet Hakikatinin Beyanında
Ayette yer alan "rics" kelimesi bu ve benzeri hadislerde şek olarak tefsir edilmiştir. Bazı hadislerde ise bütün günahlardan tathir olmak diye tefsir edilmiştir. Önceki hadislerin şerhi mülahaza edildiğinde malum olmaktadır ki, şek'kin nefyi, kalbi ve kalıbi ayıpların nefyini gerektirmektedir. Hatta ismeti gerektirmektedir. Zira ismet ihtiyarın hilafına olan birşeydir. Tabii, fıtri ve yaratılışsal birşey değildir. Yani nef-sani bir halet ve batını bir nurdur ve yakinin kamil nuruyla itminanın tam nurundan hasıl olmaktadır. Dolayısıyla insanlardan ortaya çıkan günah ve hatalar yakin ve imanın noksanlığındandır.Yakin ve imanın dereceleri beyan edilmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Huzuri müşahededen hasıl olan nebilerin kamil yakini ve tam itminanı onları tüm hatalardan masum kılmıştır. Ali b. Ebi Talib (as)'ın yakini kendisini öyle bir dereceye ulaştırmıştı ki, "karıncanın ağzındaki taneyi almak karşılığında tüm alemleri bile bana verecek olsalar yine de kabul etmem ve karıncaya zulmetmem" diyordu.
Velhasıl şirk ve şekkin zevali ile tabiat aleminin pislikleri, Allah'tan gayrisine teveccühün zulmeti, enaniyetin kalın hicapları ve Allah'tan gayrisini görmenin karanlıklarından temizlenmek, tavsif ve beyan edilemez birşeydir. Yani, Emellerin celal zirvesine ulaşamadığı bir anka kuşu mesabesindedir. "Anka kuşu avlanamaz, tuzağım kaldır."
Fasıl
İmanın tavsif edilemeyeceği beyanında
Bil ki iman ruhani kemallerden biridir. Onun nurani hakikatine vakıf olan çok az insan vardır. Hatta bizzat müminler bile dünya alemi ve tabiat zulmetinde olduğu müddetçe kendi imanlarının nuraniyetinden ve Allah-u Teala nezdin-deki kerametlerinden haberdar değildir. İnsan bu alemde olduğu müddetçe bu alemin vaziyeti ve adetleri kendisini o kadar me'nus ve meşgul etmiştir ki kerametleri, alemdeki nimetleri veya azabları duyduğunda hemen mülki bir suretle mukayese etmektedir. Örneğin: Allah-u Teala'nın mü'minle-re vadettiği o alemdeki nimet ve kerametleri veya ihsanları sultanların kerametleriyle mukayese etmekte veya biraz daha iyi ve yüce olduğunu sanmaktadır. Bunların nimetlerini, bu dünyanın nimetleri gibi veya biraz daha latif ve iyi farzet-mektedir.
Halbuki bu mukayese batıl bir mukayesedir. Zira o alemdeki nimetler ruh ve reyhan bizim tasavvur bile edemeyeceğimiz bir makamdadır. Onların bir benzeri kalbimizden bile geçmemiştir. Biz o dünyadaki bir damla şerbetin düşünebilecek tüm lezzetlere sahip olduğunu bile tasavvur edemeyiz. O alemdeki lezzetlerden hiç birinin bu alemdeki lezzetlere bir benzerliği yoktur.
Bu hadis-i şerifte müminin kerametlerinden biri zikredilmiştir ve bu marifet ashabı ve kalb erbabı nezdinde hiç bir şeyle mukayese edilemez ve tartılamaz. O da şudur ki "Müminin kardeşiyle karşılaşıp musafaha ettiğinde Allah-u Tea-la onlara nazar eder." Birçok rivayetlerde bu manaya işaret edilmiştir. Nitekim Hz. Bakır (as) şöyle buyurmuştur: "Müminler birbirleriyle karşılaşıp musafaha edince Allah-u Teala kendi şerif veçhiyle onlara nazar eder ve böylece onların günahları ağaç yaprakları gibi dökülür."
Allah-u Teala'nın bu nazarının ve kerim veçhiyle ikbalinin batınında nasıl bir nuraniyet ve kerametin olduğunu sadece Allah (cc) bilir. Bu vasıtayla mü'min kul ile mukaddes zatın cemal nuru arasında bir çok hicablar ortadan kalkmaktadır ve mümine birçok yardımlar yapılmaktadır. Ama bilmek gerekir ki, bu kerametlerin gerçek sırrı ve hakiki nüktesi nedir? Ve insan bundan asla gaflet etmemelidir. İnsan kalbiyle buna teveccüh etmelidir ki, ameli onun vasıtasıyla nurani ve kamil olsun. Böylece amel kalıbına ilahi nefha ve ruh üfürülsün. O gerçek nükte ve hakiki sır, Allah Teala için ahdi tecdid etmek, muhabbet ve sevgi bağlarını güçlendirmektir. Nitekim hadis-i şeriflerde bu nükteye oldukça önem vermişlerdir ve bu babtaki hadislerde de buna işaret edilmiştir. Örneğin, Ebu Cafer (as) şöyle buyurmaktadır: "Müminler karşılaşıp musafaha ettiklerinde, Allah-u Teala elini onların elinin arasına koyar ve onlardan her kimin diğerine muhabbeti fazla ise o Allah-u Teala'nın elini musafaha eder."
Başka bir rivayette ise şöyle yer almıştır: "Müminler karşılaşıp musafaha ettiklerinde Allah-u Teala onlara rahmet gönderir. Bu rahmetin dokuz cüzü onlardan, arkadaşına muhabbeti daha fazla olan içindir. Eğer muhabbette eşit olurlarsa, rahmet her ikisini de kapsar." Bu babtaki hadisler oldukça çoktur ve biz bu kadarıyla kanaat ediyoruz. Başta da sonda da hamd Allah-u Teala'yadır
Hazırlayan: ruhullah.com