İftar Lokması | Regaib kandil sohbet1 | MÜBAREK ÜÇ AYLAR | ERBAIN-40.GÜN NIYAZI | HZ HÜSEYIN CAN ASI | Muharrem sohbet 28 | Muharrem sohbet 27 | Muharrem sohbet 26 | Muharrem sohbet 25 | Muharrem sohbet 24 |

KATEGORİLER

ANKET

YORUMLANANLAR

 
 
 
Allah, Resul'ü ve İmamların Hakikati Bilinemez
 
 
31. Hadis

04/02/2008

Zürare şöyle diyor: "Hazret-i İmam Bakır (as)'dan şöyle dediğini işittim: "Şüphesiz ki Allah-u Teala vasfedilemez. Nasıl vasfedilsin ki? hindisi kitabında şöyle buyurdu: "Al­lah'ı hakkıyla takdir ve tazim edemediler."

Yani Allah-u Teala azamet veya herhangi bir vasıfla tav­sif edilemez. Zira Allah vasfedilen bütün sıfatlardan daha büyüktür. Hakeza peygamber (s) de tavsif edilemez. Nasıl tavsif edilsin ki? Allah-u Teala onu yedi hicabla hicaplandır-mıştır. Resulullah'a itaati, kendisinin göklerde itaati gibi ka­rar kılmıştır. Bu sebepten Resulullah'ın size emrettiği herşe-yi alın ve nehyettiği herşeyden sakının. "Elçi size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırıyorsa, artık ondan sakı­nın ve Allah'tan sakınıp korkun." (Haşr/7) "Ona itaat eden bana itaat etmiştir. Ona isyan eden şüphesiz bana isyan et­miştir. " Allah-u Teala işleri ona tefviz etmiştir. Hakeza biz­de tavsif edilemeyiz, nasıl tavsif edilelim ki? Biz öyle insanla­rız ki Allah-u Teala hertürlü pisliği, yani şekkî bizden gider­miştir. Hakeza mümin de vasfedilemez. Mümin kardeşiyle karşılaştığında onunla musafaha ederse Allah-u Teala sürek­li onlara nazar eder, yüzlerinden günahları, ağaçlardan dö­külen yapraklar gibi dökülür. (Usul-i Kafi c/2 s/182 İman ve Küfür Kitabı Musafaha Babı 16. Hadis)

ŞERH

Hadisle ilgili bir takım açıklamaları birkaç fasıl zımnında açıklamaya çalışacağız.

Fasıl

Allah-u Teala'nm Tavsif Edilemediğinin Manası Beyanında

Bilki hadiste Allah-u Teala'nm tavsif edilemezliğinin ne­deni bazı cehalet, cedel, kelam vb. grupların Allah-u Teala için reva gördükleri bir takım tavsiflerdir. Nitekim bazı riva­yetlerde de yeraldığı üzere bunların tavsifleri birtakım sınır­landırma, teşbih ve hatta ta'til (Allah-u Teala'nm tanmama-yacağı) gibi şeyleri gerektirmektedir. Nitekim ayette de şöyle yeralmaktadır: "Allah'ı kadrinin hakkını vererek takdir ede­mediler." (Enam/91)

Hakeza Kafide yeralan bir takım hadisler de Allah-uTea-la'yı tavsif etmekten bizleri sakındırmıştır. Örneğin Abdur-rahim şöyle diyor; "Abdul Melik b. Ayan vasıtasıyla İmam Sadık (a)'a şöyle bir mektup yazdım: "Şüphesiz Irak'ta bir grup Allah-u Teala yi suret ve tahtit (yani damar-i şekil veya heyet) ile tavsif etmektedir. O halde sana feda olayım, eğer salah görüyorsanız bizlere tevhid hususunda sahih görüşü­nüzü beyan edin." İmam (a) bizlere şöyle yazdı: "Allah-u Te­ala sana rahmet etsin, tevhid hakkında sormuşsun. Irak'taki o grubun inandığı şeylerden hiçbir benzeri olmayan Allah-u Teala münezzehtir. Allah-u Teala duyan ve görendir. Allah-u Teala vasfedenlerin vasfından münezzehdir. Allah-u Tea-la'yı yarattıklarına teşbih edenler Allah'a büyük bir iftira at­maktadırlar. Allah sana rahmet etsin. Bilki tevhid hakkın­daki sahih görüş Kuran-ı Kerim'in nazil buyurduğu Allah'ın sıfatlarıdır. O halde Allah-u Teala'dan butlan ve teşbihi nef­yet. Ne Allah'ın sıfatlarını nefyet; ki butlandır ve ne de onu yaratıklarına benzet; ki bu bir teşbihtir. Allah-u Teala sabit ve mevcuttur. Vasfedenlerin tavsifinden münezzehtir. O hal­de Kur'an dan öne geçmeyiniz. Aksi taktirde ilahi talim ve beyandan sonra delalet ve sapıklığa düşersiniz. (Usul-ı Kafi c/l s/100 Tevhid Kitabı)

Hadis hususunda dikkatli bir şekilde düşünülecek olursa anlaşılacaktır ki; Allah-u Teala'nın tavsif edilememesinden maksat sıfatlarında tefekkür etmemek ve mutlak bir şekilde Allah-u Teala'yı tavsif etmemek değildir. Nitekim bazı büyük muhaddisler de bunu beyan etmişlerdir. Zira bu hadislerde aynı zamanda hem ta'til ve hem de teşbih nefyedilmiştir. Ni­tekim bazı rivayetlerde de bu yer almıştır ve bunlar Allah'ın sıfatlarında tefekkür ve kamil bir ilim olmadığı taktirde ger­çekleşemez. O halde maksat Allah-u Teala'yı kendisine ya­kışmayan sıfatlarla tavsif etmemektir. Örneğin kulların sı­fatlarından olan ve aynı zamanda mekan ve noksanlıkla içice olan suret ve tahtit gibi sıfatlarla Allah-u Teala'yı sıfatlan­dırmamak gerekir.

Allah-u Teala'yı kendisine layık sıfatlarla tavsif etmeye gelince; bunun yüce ilimlerde bürhani sahih bir mizanı var­dır. Bu husus Allah'ın kitabında, Resulullah'ın sünnetinde ve Ehl-i Beytin rivayetlerinin bir çoğunda yer almıştır. Nitekim imamın kendisi de icmali bir şekilde bu burhanı sahih konu­ya işaret etmiştir. Bu hususta bir takım açıklamalarda bu­lunmak maksadımızın dışında olduğundan sarf-ı nazar edi­yoruz.

İmam Sadık (A) Allah-u Teala'yı tevsif hususunda Kur'an'dan dışarı çıkılmamasını emretmektedir. Bu, sıfatlar­da herhangi bir mizanın olmadığını söyleyenlere bir emirdir. Yoksa Allah-u Teala'nın Kur'an'da yer alan bazı sıfatlarla tavsif edilemeyeceği manasına değildir. Nitekim İmamın kendisi de Kur'an'dan öne geçilmemesini söylemesine rağ­men, Allah-u Teala'yı kur'an'da olmayan iki sıfatla vasıflan-dırmıştır. Bu sıfatlardan birisi "sabit", diğeri ise "mevcut'tur.

Evham dolu nakıs aklıyla marifet yolundan ve ilahi gaybî teyidden mahrum bir halde Allah-u Teala'yı herhangi bir sı­fatla tavsif eden kimse, şüphesiz ya ta'til delaletine düşecek; ki bu butlandır. Ya da teşbih delaletine düşecek; ki bu da fe­lakettir. O halde bizim gibi özleri cehaletin kalın perdeleri, bencillik, adetler ve uygunsuz ahlakla örtülü kimselerin gayb alemine el uzatmaması ve kendi nezdinde birtakım ilahlar yontmaması gerekir. Zira kendi hayalleriyle teveh-hüm ettikleri herşey, kendi nefislerinin yaratığı olacaktır. Şu nükteyi de beyan etmeliyiz ki, bizim gibi şahısların gayb ale­mine uzanmamalarını söylemekten maksadımız, onların ce­halet ve bencillik içinde kalmasını tavsiye değildir. Veya ne-uzubillah insanları Allah'ın isimleri hususunda ilhada davet etmek manasında da değildir. "Onun isimlerinde aykırılığa ve inkara sapanları bırakın." (Araf/180)

Biz insanları evliyaullah'ın göz ve çırağı ve diyanetin esa­sı olan marifetlerden alıkoymuyoruz. Aksine bizim bu dediği­miz kalın hicapları ortadan kaldırmaya davettir. Biz demek istiyoruz ki insan, kendisine, dünya malına, mal ve makam sevgisine esir durumdadır. Bu kitabın yazarı gibi, cehalet, dalalet, bencillik ve egoistlik perdeleriyle örtülüdür. Ki bü­tün bunların hepsi, zulmani hicaplardır. İnsanı hak marifet­lerden, muradına ulaştırmaktan ve asıl maksuduna ermek­ten mahrum kılar. Dolayısıyla Allah-u Teala ve kamil velileri elimizden tutmazsa, işimizin nereye varacağı, hareket ve seyrimizin gayesinin ne olacağı belli değildir. Allah'ım sadece sana şikayette bulunuyoruz ve sadece yardım edici sensin.

Allah'ım biz cehalet diyarının şaşkınlarıyız. Delalet bataklı­ğına gömülmüş şaşkınlarız. Kendimize ve bencilliğimize yö­nelmişiz, mülk ve tabiat aleminin zulmethanesine gelmişiz. Burada olduğumuz müddetçe de basiret gözümüzü açama­dık. Senin güzel cemalini akıl aynamızda görmedik. Nuru­nun zuhurunu göklerde ve yerlerde en güzel şekliyle müşa­hede etmedik. Hayatımız boyunca kör bir göz ve örtülü bir kalple yaşadık. Bir ömür, nefis gafleti ve cehalet içinde yaşa­dık. Eğer senin sonsuz lütfün ve nihayeti olmayan rahmetin bizlere yardımcı olmazsa, kalbimizde bir aşk ateşi tutuştur-mazsa ve ruhiyetimizde bir cezbe hasıl olmazsa hayret içinde ebedi olarak kalacağız ve hiçbir yere ulaşamayacağız. Ama biz sana bu kötü zanda bulunmuyoruz. Zira senin nimetlerin, istenilmeden verilen nimetlerdir ve rahmetin sabıkasız rah­metlerdir. İlahi! bizlere lutfeyle, ellerimizden tut. Bizleri ce­mal ve celal nurlarına hidayet et. Kalbimizi isim ve sıfatların nuruyla nurlandır.

Sıfat ve İsimlerinin Hakikatinin Bilinemeyeceği Beyanında

Hakkın sıfatlarının hakikatini derketmek, onları ihata et­mek ve keyfiyetini bilmek burhanın ulaşamadığı ve ariflerin emellerinin varamadığı bir şeydir. Resmi hikmet alimlerinin burhani ve tefekkür nazarıyla söyledikleri ile irfan alimleri­nin beyan ettiği sıfat ve isimler bahsi, kendi meslekleri itiba­riyle sahih ve de bürhanidir. Ama bizzat ilmin kendisi kalın bir hicabtır. Kamil bir takva, şiddetli bir riyazet, tam bir te­veccüh ve Allah-u Teala ile sadıkane bir münacaat sayesinde sübhaiıi tevfikatlarla bu hicap yırtılmadığı müddetçe celal ve cemalin nurları salikin kalbine doğmaz ve ilallah muhaciri­nin kalbi, gaybi müşahedeler ile esmaî ve sıfati tecellileri açık bir şekilde göremez. Nerede kaldı ki zati tecellilere nail olsun! Ama bu beyan insanı Hakk'm tezekkürü olan talep ve bahisten alıkoymamalıdır. Zira hak ilimlerin tohumu olmak­sızın, marifetin temiz ağacının kalpte yeşermesi oldukça na­dir bir olaydır. O halde insan ilk başta ilmi riyazetlerden ve bunun bütün şart ve tamamlayıcılarından el çekmemelidir. Nitekim şöyle demişlerdir: "İlim müşahedelerin tohumudur.' Ve eğer ilimler bu alemde bir takım engeller sebebiyle tam bir sonuca ulaşanıasa da diğer alemde insan için bir takım güzel neticeler hasıl edecektir. Ama en önemlisi şartlarına ve mukaddematına riayet etmektir ki, bunlardan bazısı önceki hadislerin şerhinde beyan edilmişti.

Fasıl

Tefekkür kademiyle evliya ve enbiya'nın Hakikati Bilinemez

Bilki Resulullah'm (s) cemal makamı ve ruhaniyet mari­feti ve hakeza masum velileri ile muazzam nebilerin kemal makamı tefekkür kademiyle, afak ve enfüste gerçekleştirilen seyir sayesinde müyesser değildir. Zira bunlar ilahi gaybi nurlardan ve Cemal ve Celal'in nurlu ve tam ayetlerinden-dir. Bunlar ilallah seferi ve manevi seyirlerinde zati semanın gayetine ulaşmışlardır ve bu makeddes zatlar "nitekim iki ok kadar veya daha da yakınlaştı" makamına ulaşmışlardır. Gerçi bu makamın asıl sahibi Rasulullahtır ve salihler o mu­kaddes zatın gölgesinde bu makama ermetmektedirler. Biz şu anda Resulullah (s)'in seyrinin keyfiyetini onun ruhanî miracıyla diğer enbiya ve evliyanın miracı arasındaki farkı beyan etmek istemiyoruz. Bu makamda sadece onların nura-niyetiyle ilgili bir hadisi nakletmekle iktifa ediyoruz. Zira on­ların nuraniyetini idrak etmek de batını bir nuraniyet ve ila­hi bir cezbe istemektedir.

Cabir şöyle diyor: İmam Bakır (a)'dan alimin ilmi hakkın­da bir soru sordum. İmam şöyle buyurdu: "Ey Cabir şüphesiz ki peygamberler ve onların varislerinin beş ruhu vardır. Bunlar ruh'ul-kudus, ruh'ul-iman, ruh'ul-haya, ruh'ul kuv­ve, ruh'ul-şehve ruhlarıdır. Ey Cabir, ruh'ul kudus ile arşın altından yerin dibine kadar bütün işleri onlar bilirler." İmam daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Cabir bu dört ruha afet ulaşabilir. Sadece ruh'ul-kuduse ne afet ulaşır ve ne de kim­se onunla oynayabilir." (Usul-i Kafi c/l s/272 Kitab'ul Hücce 2. Hadis)

Ebu Basir şöyle diyor: İmam sadık (A)'a "Böylece sana da kendi emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir iman nedir bilmiyordun. Ancak biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdirdik. Şüphesiz sen dosdoğru olan bir yola iletilip, iletiliyorsun" Ayetinin manasını sordum İmam (a) şöyle buyurdu: "Bu ruh Allah-u Teala'nın yaratıklarından bir yaratıktır. Ve Cebrail ile Mi-kail'den daha büyüktür. Bu ruh daha önce Resulullah (s) ile birlikte idi. Ona olayları haber veriyor ve onu muhkem kılı­yordu. Daha sonra da bu ruh imamlarla birliktedir." (Kafi c/l s/273 Kitabul Hücce) birinci hadisten anlaşılacağı üzere enbiya ve evsiyanın ruh'ul Kudüs sayesinde büyük bir ruha­ni makamı vardır ve bu makam sayesinde kainatın bütün zerrelerine ilmi ve kayyumi bir ihataları vardır. Bu ruhta hiç bir gaflet, uyku unutkanlık nisyani ve benzeri imkani olaylar ile teceddüd ve mülki noksanlıklar yoktur. Aksine mücerred gayb alemi büyük ceberrud alemindendir. Birinci hadisten de anlaşılacağı üzere bu ruh mücerred ve kamil olup, bu maka­mın en büyük temsilcilerinden olan Mikail ve Cebrail'den de büyüktür.

Evet Allah-u Teala'nın cemal ve celal kudret eliyle tiynet-lerini yoğruduğu, evveli zatî tecellisinde bunların kamil ay­nasında tüm isim, sıfat ve ahaddiyet-i cem makamıyla tecelli ettiği ve gayb halvetgahından kendilerine sıfat ve isimlerin hakikatlerini talim ettiği evliyalara, marifet ehlinin emelleri, cemal ve celalinin kibriya eteğine ulaşamaz ve kalb ashabı­nın marifetleri onların kemaline eremez. Nitekim bir hadiste de Resulullah (s) şöyle buyuruyor: "Ali (a) Allah-u Teala'nın zatında fenaya ermiştir." Yazar, nübüvvet makamını Tavsif hususunda, yarasaların güneşi tavsif etmesine benzer bir şe­kilde eski günlerinde Misbah'ul-Hidaye diye bir risale yaz­mıştır. (Müracaat edilsin)

Fasıl

Hadis-i şerifin bir fıkrasında şöyle buyrulmuştur: "Nasıl vasfedilsin ki, Allah-u Teala'nın yedi hicabla hicablandırdı-ğı bir kuldur o." Bu fıkra hakkında bazı ihtimaller vardır. Biz bunlardan bazısını zikredeceğiz. Birinci ihtimali merhum Feyz (rahmetullahi aleyh) buyurmuşturki; "başka bir hadiste yer aldığı üzere Allah-u Teala'nın nur ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır. Dolayısıyla bu hicabları keşfedecek olursa onun cemalinin nurları gözlerinin ulaşabildiği herşeyi orta­dan kaldırır. Binaenaleyh "ihtecebellahu bi sebin" manası bir ihtimale göre şudur ki, bütün hicablar ortadan kalkmış ve yetmişbin hicabtan sadece yedisi baki kalmıştır." Ve bu ihtimal üzere cümle şöyle okunmalıdır: "Ihticeballah anhüm seb'in" ve Allah lafzı fail konumundandır.

Gerçi bu ihtimal diğer ihtimallerden daha münasibtir. Ama münakaşa edilir bir ihtilmaldir. Zira lafız hasebiyle tav­sif ve ta'rif makamında bu manayı şöyle tabir etmesi daha münasipti: "ma ihtecebe anillahi illa biseb'în" veya "mai'tece bellahu anhü illa bisebîn" ve başka bir tabirle peygamberin kemali ve tavsif edilmemesi diğer hicablara sahib olmaması sebebiyle değildir. Belki bu yedi hicaba sahip olması hasebiy-ledir. O halde bunu zikretmesi daha uygundur. Mana açısın­dan zahir odur ki bu hicablar, yani Allah-u Teala için var olan zulmet ve nurdan hicablar halkî (yaratışsal) hicablardır; ismi ve sıfatı hicablar değil. O halde ResuluUah (s) nurundan daha önce halki birşeyin olması gerekmektedir. Halbuki sa­bit olduğu ResuluUah (s) en yakın hicab ve ilk mahluktur. İs­mi ve sıfatı hicabları bile yoktur. Nitekim bu kendi maka­mında ispat edilmiştir. Ama diğer yedi makam bizzat Resu­luUah (s)'in kendisi için bile hicab değildir.

Merhum Meclisi (r.a)'m başkalarından naklettiği ve sahih bildiği bir ihtimal de şudur ki bu cümle, mukaddeme yoluyla zikredilmiştir ve maksat şudur ki, ResuluUah (s)'i sonraki cümlelerle tavsif etmek gerekmektedir. Yani kullardan yedi hicabla gizli olan Allah-u Teala'nın, yeryüzünde itaatini gök­lerde kendi itaati gibi karar kıldığı bir insan nasıl tavsif edi­lebilir ki? Allah-u Teala kullarından yedi hicab ile mahcub durumdadır ve onlar asla kendisine ulaşamazlar. Ama bir veziri vasıta kılar, gönderir ve kendilerine "onun emri benim emrimdir" diye yazılır. Dolayısıyla yedi hicabtan maksad ye­di kat göktür. Ve bu göklerden peygamber vasıtasıyla bizlere Allah(c.c.)'m vahyi ulaşmıştır. Buna yakın bir takım ihtimal­ler de vermişlerdir. Ama bu yedi hicabın nuranî -semavi hi­cab olduğunu söylemişlerdir. Bu ihtimalin, gerçi manevi mü­nakaşa ortamı yoktur. Ama lafız ve Tavsif ortamı açısından uzak bir ihtimaldir. Belki öncekinden de uzaktır.

Bu makamda başka bir ihtimal da vardır ki, mana açısın­dan oldukça sahih ve doğrudur. Makam hasebiyle de müna­siptir. Ama bunun sıhhati şu iki şeyden birine mübtenidir. Birincisi "ihtecebe" muteaddi bir fiil olarak kullanılmış ve de "hacebe" manasınadır veya "ba" harfiyle muteaddi edilmiştir. Velhasıl mefulu mukadderdir. Ve bu ihtimal şudur ki, Al­lah "u Teala'nın yedi hicabla hicablandırdığı insanı nasıl tav-sib edebeliriz? Meşiyetle aynı ufukta seyreden cemal ile ru-haniyeti için, tabiat mertebesinden mutlak meşiyet mertebe­sine kadar yedi hicab karar kılınmıştır. Veya Resulullah'ın tabiat mülkü mertebesinden gayb huvviyeti mertebesine ka­dar yedi hicab karar kılmıştır. Gerçi lugatta ve kullanışlarda "ihtecebe" fiilinin muteaddi olarak kullanıldığına şahid ol­madık. Ama bazı edebiyad alimleri "ihtecebe''nin "ba" harfiy­le muteaddi olarak kullanılabileceğini söylemişlerdir. İlim Allah (c.c) indindedir. Ve en iyi bilen yine de Allah (c.c.)'u dur.

Fasıl

Emrin Resulullah'a Tefviz Edilmesinin Beyanında

Bilki tefvizin "cebr ve tefviz" bahsinde söz konusu edilen bir manası vardır ve o da şudur ki Allah-u Teala işlerinin bi­rinde (gaybî ve mücerred alemlerden yaratılış ve tekvin ale­minin sonuna kadar) neuzubillah kendisini kayyumi tasarruftan azletmekte, o işi kamil tam ve ruhani ihtiyar ve irade sahibi veya tabii, şuur ve iradesi olmayan bir yaratığa bırak­maktadır ve o kulun o işte, tam ve müstakil bir tasarruf hak­kı vardır. Bu manada bir tefvizin ne tekvinde ne teşride ne siyasette ne de insanların te'dibinde imkanı yoktur. Zira A1-lah-u Teala'nm noksanlığına, mümkün bir varlık olduğuna ve dolayısıyla da mümkünde ihtiyaç ve imkan sıfatının orta­dan kalkmasına sebeb olmaktadır. Bunun karşısında ise ce­bir yer almaktadır. Ki cebir de vücud mertebelerinden özel etkilerin selbedilmesi, sebeb ve musebbiblerin ortadan kaldı­rılması ve vasıtaların kenara itilmesidir.

Bu da batıl bir gö­rüş olup güçlü burhanlara da muhaliftir. Bu, mükelleflerin fiillerine özgü bir şey de değildir ve oldukça da meşhur bir konudur. Aksine bu manada bir cebr ve tefvizi nefyetmek, tüm vücud mertebelerinde gayb ve şuhud meşhedlerinde cari olan Allah'ın bir sünnetidir. Bu hususta yapılacak bir araş­tırma (bu sayfalarda) bizim görevimiz değildir. Cebr ve tefvi­zi nefy eden hadisler de bu manadaki bir tefviz manası içer­mektedir.

Ama tefvizi ispat eden bir takım hadisler ise bu manadan başka bir manayı ifade etmektedir. Örneğin: Bir ri­vayette Hz. Bakır (A) şöyle demiştir: "Resulullah (s) göz ve nefis diyetini kararlaştırdı. Nebizi haram kıldı ve her türlü şek verici şeyleri yasakladı" Birisi Resulullah (s)'e "vahiy gelmeden mi bunu yaptın?" diye sordu. Resulullah (s) "Evet, ta ki bu vesileyle bana itaat edenler veya masiyette bulunan­lar belli olsun." buyurdu. Veya namazlara bir kaç rekat izafe etmesi, şaban ayında ve diğer aylarda üç günlük orucu müs-tehab kılması veya kulların mutlak işlerinin Resulullah'a tefviz edilmesi...Nitekim Kafi'de yer alan bir rivayette Zürare şöyle diyor: "Eba Cafer ve Eba Abdillah (a)'dan şöyle buyurduklarını duydum: "Allah-u Teala kullarının itaatini görsün diye onların işlerini Resulullah'a tefviz etmiştir." Ve İmam daha sonra şu ayeti tilavet buyurdu: "Resulullah (s)'ın size getirdiği her şeyi alın ve sizleri sakındırdığı herşeyden sakı­nın" Bu ve benzeri rivayetlerde yer alan cebri mezkur mana­dan gayrisine hamletmek gerekir.

Zikredildiği yoruma göre Allah-u Teala Resulullah'ı Al­lah'ın istek ve iradesine muvafık olan şeyler dışında, hiçbir şeyi tercih etmeyecek bir şekilde tekmil ettikten sonra, bazı işleri tayin etmeyi ona tefviz etti. Örneğin; farz namazların rekatlarını artırdı, nafile namaz ve orucu tayin etti. Bu tef­viz, Resulullah'm keramet ve şerefini izhar içindir. Resulul-lah'm bu tayin ve tercihi vahy ve ilham dışında bir yolla de­ğildir. O halde Resulullah'm bu tercihi o işin vahiy yoluyla beyan edildiğini te'kid etmektedir.

Allame meclisi buna ben­zer ihtimaller de zikretmişlerdir. Örneğin; Allah-u Teala, ri­yaset ta'linı ve yaratıkların tedib işini Resulullah'a tefviz et­miş, hükümlerinin izharını, veya beyan edilmemesini o haz-rete tefviz etmiştir. Örneğin takiyye zamanını, Resulullah (s)'e ve diğer imamlara tefviz etmiştir. Ama bunların hiç biri­sinde tefvizin kemiyetini bir burhan ve kanun şeklinde be­yan etmemektedir. Hakeza bu tefviz ile diğer tefvizler ara­sındaki fark beyan edilmemiştir. Aksine onların kelimelerin­den özellikle de Merhum Meclisi'nin sözlerinden anlaşılmak­tadır ki mutlak icad, öldürme, rızık ve ihya işi Allah-u Tea-la'dan gayrisinin eliyle olursa tefvizdir ve buna inanan kafir­dir. Hiç bir akıllı böyle bir şahsın küfründe şek etmez. Ama Meclisi, keramet ve mucizeleri duaların isticabeti kabilinden saymıştır ve elbette ki bunların faili ise Allah-u Teâla'dır. Ama insanların talim ve terbiyesi, enfal ve humustaki ihsan ve mahrumiyet ile bazı hükümleri yasaması doğru ve sahih­tir. Bu tafsilatlı bir şekilde ele alınmamış bahislerden biridir. Nerde kaldı ki sahih bir mizan altında değerlendirilebilsin. Genellikle konunun bir köşesini ele almış ve bahsetmişlerdir. Yazar da az kabiliyeti eksik, bilgisi yırtık kağıdı ve kırık ka­lemiyle bu korkunç vadiye girmeye cesaret edememektedir. Ama buna kısaca işaret etmek ve hakkı izhar etmek zorun­dayız.

Tefvizin Manasına İcmali Bir İşaret

Bilmek gerekir ki, Allah'ın elinin bağlı olduğunu ve insa­nın irade ve kudretinin te'sirini beyan eden muhal tefviz hu­susunda küçük-büyük işler arasında hiç bir fark yoktur. Ni­tekim ihya, öldürmek, icad, yoketmek ve bir unsurun başka bir unsura dönüşümünde hiçbir varlığın başka bir varlığa tefvizi söz konusu değildir.

Bir tek saman çöpünün hareketi bile tefviz edilemez. Hatta mukarreb bir melek, mürsel bir nebi, mücerred bir akıl ve ceberrüt-i ala sakinlerinden tut heyula-i ula (ilk madde)'ya kadar hiçbir mevcuda tefviz söz konusu değildir. Ve kainatın tüm zerreleri Allah-u Teala'mn kamil iradesi altındadır. Hiç bir işte, hiç bir şekilde bağım­sızlık söz konusu değildir. Varlıkların tümü vücud, vücudun kemali, hareket, sekanet irade, kudret ve diğer işlerde muh­taç konumundadır. Allah (c.c.)'ın kayyumiyeti, kulların istik­lalinin nefyedilmesi ve ilahi iradenin nüfuz ve zuhuru karşı­sında da hiç bir işin küçük veya büyük olmasının farkı yok­tur. Biz zayıf kullar sadece zayıf amellere kadiriz. Hareket, sükûn ve benzeri fiilleri eda edebiliyoruz. Allah'ın halis kul­ları ve mücerred melekler ise ihya, imate, (öldürme) rızık, icad ve yok etmek gibi büyük fiillere kadirdir. Nitekim, Azra­il öldürmek ile mütevekkildir ve onun öldürmesi duanın isti-cabeti kabilinden bir şey değildir. İsrafil ise ihya ile müte­vekkil bir melektir ve bu da duanın icabeti kabilinden bir şey değildir.

Batıl olan tefviz kabilinden bir şey de değildir. Nite­kim kamil veli ve güçlü tezkiye edilmiş nefisler yani enbiya ve evliyanın nefisleri de yok etmek, icad etmek, öldürmek ve ihya etmeye kadirdir. Ama bu muhal olan tefviz değildir ve bunu batıl saymamak gerekir. Kulların işi kamil ruhlara tef­viz edilmiştirki, meşiyetleri Allah'ın meşiyetinde fanidir. İra­deleri Allah-u Teala'nm iradesi gölgesindedir ve onlar Al­lah'ın irade ettiği şeyden başka bir şeyi irade etmezler. Tüm hareketleri en üstün nizam ile mutabık bir şekilde gerçekleş­mektedir. Bu hem yaratılış hem icad ve hem yasama ve ter­biye nizamında söz konusudur, bunun hiç bir sakıncası yok­tur ve hatta haktır. Bu gerçekte tefviz değildir. Nitekim gele­cek fasılda beyan edilen İbn-i Sinan'ın hadisi de bu manaya işaret etmiştir.

Bilcümle ilk manasıyla tefviz hiç bir şeyde caiz değildir ve sağlam burhanlara muhaliftir, ikinci manasıyla tefviz ise tüm manalarda caizdir. Hatta alemin düzeni bu sebeb ve müsebbebleri terbiye sayesindedir. "Allah-u Teala işleri se­bepler vasıtasıyla cari kılar." Bil ki icmalen zikredilen bütün bu bilgiler bürhanidir ve bürhani sahih ölçüler ile irfan ehli­nin zevki ve duyulan şahitlerle mutabık haldedir. Yine de hi­dayete erdirici olan Allah-u Teala'dır.

Fasıl

İmamların makamına kısaca bir işaret

Bilmek gerekir ki, hikmet ve teharet Ehli Beyt'inin mane­vi "ilallah" seyrinde ruhani yüce birtakım makamları vardır. Ve bu manevi ilallah seyrini ilmi açıdan bile derketmek insa­nın takatinin akıl sahiplerinin aklının, irfan ashabının şuhu-dunun üstünde birşeydir. Nitekim hadislerden anlaşıldığı üzere ruhaniyet makamında Rasulullah (sav) ile iştirakleri vardır. Bunların mutahhar nurları alemlerin yaratılışından önce yaratılmış ve Allah-u Teala'yı teşbih ve tahmid ile meş­gul idiler.

Kafi'de yer alan bir hadiste Muhammed b. Sinan şöyle ri­vayet etmektedir: "Ben İmam Muhammed Bakır (as)'ın hu­zurunda taraftarlarının ihtilafını sordum. İmam şöyle buyur­du: "Ey Muhammed, Allah-u Teala kendi bildiğinde eşsizdir. ilk önce Muhammed ve Fatıma'yı yarattı. Onlar tam bin devran öylece kaldılar. Daha sonra da herşeyi yarattı. Onları yarattığına şahid kıldı. Onlardan kendilerine itaat etmesini istedi. Ve kullarının işlerini onlara bıraktı. O halde onlar is­tediğini haram ve istediklerini helal kılarlar. Ama onlar Al­lah'ın istediği dışında bir şeyi istemezler. İmam (as) daha-sonra şöyle buyurdu: Ey Muhammed bu, aşırı gidenlerin dinden çıktığı, geri kalanların işe yok olduğu bir dindir. Bu­nunla uyum içerisinde olan Hakk'a ulaşmıştır. Ey Muham­med, bu bildiklerini ganimet say" (Usul-u Kafi, C. 1. sh. 441. 5. hadis.)

Kafi'de yer alan başka bir hadiste Mufazzal şöyle rivayet ediyor: İmam Sadık (as)'a şöyle arzettim: "Gölgelerde karar kıldığınız zaman nasıl idiniz?" İmam şöyle buyurdu: "Ey Mufazzal, biz Allah'ın cennetindeydik, onun yeşil gölgesinde olduğumuz zaman bizden başka kimse yoktu. Allah'ı teşbih ve takdis ediyorduk. Onun birliğini ve vahdaniyetini övüyorduk. Bizden başka ne bir melek ve ne bir ruh sahibi vardı. Daha sonra Allah-u Teala birtakım şeyleri irade etti. Ve böylece melekleri ve diğer yarattıkları istediği gibi yarattı. Daha sonra onların ismini bize ulaştırdı." (Usul-i Kafi. Cilt. 1. sh. 441, Kitabu'l-Hucce 7. hadis)

İmamların bedenlerini tiyneti, ruhlarının yaratılışı, kalpleri, kendilerine ism-i azamdan ihsan edilenler, nebiler ve meleklerin ilmi (yani ila­hi gaybi hazineden verilen ilimler) ve bundan da yukarısı be­nim ve seni gibilerin düşünemeyeceği zahiri faziletleri husu­sunda ashabının muteber kitaplarında özellikle de Usul-i Kafi'de o kadar rivayet ve hadisler vardır ki, akıllar hayret etmekte, ve o mukaddes zatlar dışında hiç kimse o hakikat ve esrara vakıf olamamaktadır. Şu anda şerhiyle meşgul ol­duğumuz hadiste de bu faziletlerden birine işaret edilmiştir. Bu ayetin Ehli Beyt beyt hakkında nazil olduğu hususundaki rivayetler mütevatir, sünni ve şiilerin naklettiği rivayetler­dir. Ehli Beyt'ten maksadın ise ismet ve taharet Ehli Beyti olduğu hususunda Şia'nın tüm alimleri ittifak etmiş, Ehli Sünnet yoluyla nakledilen rivayetler ise tevattür haddine er­miştir. Dolayısıyla çok açık birşey olduğundan zikretmekten sarf-u nazar ediyoruz.

İsmet Hakikatinin Beyanında

Ayette yer alan "rics" kelimesi bu ve benzeri hadislerde şek olarak tefsir edilmiştir. Bazı hadislerde ise bütün günah­lardan tathir olmak diye tefsir edilmiştir. Önceki hadislerin şerhi mülahaza edildiğinde malum olmaktadır ki, şek'kin nefyi, kalbi ve kalıbi ayıpların nefyini gerektirmektedir. Hat­ta ismeti gerektirmektedir. Zira ismet ihtiyarın hilafına olan birşeydir. Tabii, fıtri ve yaratılışsal birşey değildir. Yani nef-sani bir halet ve batını bir nurdur ve yakinin kamil nuruyla itminanın tam nurundan hasıl olmaktadır. Dolayısıyla in­sanlardan ortaya çıkan günah ve hatalar yakin ve imanın noksanlığındandır.Yakin ve imanın dereceleri beyan edilme­yecek kadar farklı ve çeşitlidir. Huzuri müşahededen hasıl olan nebilerin kamil yakini ve tam itminanı onları tüm ha­talardan masum kılmıştır. Ali b. Ebi Talib (as)'ın yakini kendisini öyle bir dereceye ulaştırmıştı ki, "karıncanın ağ­zındaki taneyi almak karşılığında tüm alemleri bile bana ve­recek olsalar yine de kabul etmem ve karıncaya zulmetmem" diyordu.

Velhasıl şirk ve şekkin zevali ile tabiat aleminin pislikle­ri, Allah'tan gayrisine teveccühün zulmeti, enaniyetin kalın hicapları ve Allah'tan gayrisini görmenin karanlıklarından temizlenmek, tavsif ve beyan edilemez birşeydir. Yani, Emel­lerin celal zirvesine ulaşamadığı bir anka kuşu mesabesinde­dir. "Anka kuşu avlanamaz, tuzağım kaldır."

Fasıl

İmanın tavsif edilemeyeceği beyanında

Bil ki iman ruhani kemallerden biridir. Onun nurani ha­kikatine vakıf olan çok az insan vardır. Hatta bizzat mümin­ler bile dünya alemi ve tabiat zulmetinde olduğu müddetçe kendi imanlarının nuraniyetinden ve Allah-u Teala nezdin-deki kerametlerinden haberdar değildir. İnsan bu alemde ol­duğu müddetçe bu alemin vaziyeti ve adetleri kendisini o ka­dar me'nus ve meşgul etmiştir ki kerametleri, alemdeki ni­metleri veya azabları duyduğunda hemen mülki  bir suretle mukayese etmektedir. Örneğin: Allah-u Teala'nın mü'minle-re vadettiği o alemdeki nimet ve kerametleri veya ihsanları sultanların kerametleriyle mukayese etmekte veya biraz da­ha iyi ve yüce olduğunu sanmaktadır. Bunların nimetlerini, bu dünyanın nimetleri gibi veya biraz daha latif ve iyi farzet-mektedir.

Halbuki bu mukayese batıl bir mukayesedir. Zira o alem­deki nimetler ruh ve reyhan bizim tasavvur bile edemeyece­ğimiz bir makamdadır. Onların bir benzeri kalbimizden bile geçmemiştir. Biz o dünyadaki bir damla şerbetin düşünebi­lecek tüm lezzetlere sahip olduğunu bile tasavvur edemeyiz. O alemdeki lezzetlerden hiç birinin bu alemdeki lezzetlere bir benzerliği yoktur.

Bu hadis-i şerifte müminin kerametlerinden biri zikredil­miştir ve bu marifet ashabı ve kalb erbabı nezdinde hiç bir şeyle mukayese edilemez ve tartılamaz. O da şudur ki "Mü­minin kardeşiyle karşılaşıp musafaha ettiğinde Allah-u Tea-la onlara nazar eder." Birçok rivayetlerde bu manaya işaret edilmiştir. Nitekim Hz. Bakır (as) şöyle buyurmuştur: "Müminler birbirleriyle karşılaşıp musafaha edince Allah-u Teala kendi şerif veçhiyle onlara nazar eder ve böylece onla­rın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür."

Allah-u Teala'nın bu nazarının ve kerim veçhiyle ikbali­nin batınında nasıl bir nuraniyet ve kerametin olduğunu sa­dece Allah (cc) bilir. Bu vasıtayla mü'min kul ile mukaddes zatın cemal nuru arasında bir çok hicablar ortadan kalkmak­tadır ve mümine birçok yardımlar yapılmaktadır. Ama bil­mek gerekir ki, bu kerametlerin gerçek sırrı ve hakiki nükte­si nedir? Ve insan bundan asla gaflet etmemelidir. İnsan kal­biyle buna teveccüh etmelidir ki, ameli onun vasıtasıyla nurani ve kamil olsun. Böylece amel kalıbına ilahi nefha ve ruh üfürülsün. O gerçek nükte ve hakiki sır, Allah Teala için ah­di tecdid etmek, muhabbet ve sevgi bağlarını güçlendirmek­tir. Nitekim hadis-i şeriflerde bu nükteye oldukça önem ver­mişlerdir ve bu babtaki hadislerde de buna işaret edilmiştir. Örneğin, Ebu Cafer (as) şöyle buyurmaktadır: "Müminler karşılaşıp musafaha ettiklerinde, Allah-u Teala elini onların elinin arasına koyar ve onlardan her kimin diğerine muhab­beti fazla ise o Allah-u Teala'nın elini musafaha eder."

Başka bir rivayette ise şöyle yer almıştır: "Müminler karşılaşıp musafaha ettiklerinde Allah-u Teala onlara rah­met gönderir. Bu rahmetin dokuz cüzü onlardan, arkadaşına muhabbeti daha fazla olan içindir. Eğer muhabbette eşit olurlarsa, rahmet her ikisini de kapsar." Bu babtaki hadisler oldukça çoktur ve biz bu kadarıyla kanaat ediyoruz. Başta da sonda da hamd Allah-u Teala'yadır

Hazırlayan: ruhullah.com

 

11653 kere okunmuştur.

Yorum Ekle

Yazdır

YORUM LİSTESİ

KATEGORİDEKİ DİĞER HABERLER

n

05/02/2008 - 15:39 Nefs'le Cihad

n

05/02/2008 - 15:29 Riya

n

05/02/2008 - 15:20 Ucb

n

05/02/2008 - 15:10 Kibir

n

05/02/2008 - 15:03 Hased

n

05/02/2008 - 14:57 Dünya Sevgisi

n

05/02/2008 - 14:51 Gazab

n

05/02/2008 - 14:46 Asabiyet

n

05/02/2008 - 14:41 Münafıklık

n

05/02/2008 - 14:34 Nefsin Amel ve Hevası

n

05/02/2008 - 14:30 Fıtrat

n

05/02/2008 - 14:21 Düşünmek

n

05/02/2008 - 14:18 Tevekkül

n

05/02/2008 - 14:12 Havf ve Reca

n

05/02/2008 - 14:03 Müminlerin İmtihan Edilip Denenmesi

n

05/02/2008 - 13:54 Sabır

n

05/02/2008 - 13:49 Tevbe

n

05/02/2008 - 13:45 Allah'ı Zikretmek

n

05/02/2008 - 13:32 Gıybet

n

05/02/2008 - 13:23 İhlas

n

04/02/2008 - 15:10 Şükür

n

04/02/2008 - 15:08 Ölümden Hoşlanmamak

n

04/02/2008 - 15:05 İlim Talihleri

n

04/02/2008 - 15:03 İlmin Kısımları

n

04/02/2008 - 15:00 Şek ve Vesvese

n

04/02/2008 - 14:56 İlmin Fazileti

n

04/02/2008 - 14:48 İbadet ve Kalp Huzuru

n

04/02/2008 - 14:14 Kalbin Çeşitleri

n

04/02/2008 - 14:37 Likaullah (Allah ile Görüşme)

n

04/02/2008 - 14:24 Resulullah (s.a.v)'in Emirül Müminin Hz. Ali (a.s)'a Vasiyeti

n

04/02/2008 - 14:16 Allah, Resul'ü ve İmamların Hakikati Bilinemez

n

04/02/2008 - 14:12 Yakin

n

04/02/2008 - 14:05 Velayet ve Ameller

n

04/02/2008 - 14:00 Müminlerin Allah İndindeki Makamı

n

04/02/2008 - 13:56 Hakkın İsimlerinin Marifeti İle Cebir ve Tefviz Meselesi

n

04/02/2008 - 13:49 Hakkın Sıfatları

n

04/02/2008 - 13:46 Allah'ı, Resul'ü ve Ululemri Tanıma

n

04/02/2008 - 13:42 Adem'in Allah'ın Suretinde Yaratılışı

n

04/02/2008 - 13:32 Hayır ve Şer

n

04/02/2008 - 13:21 İhlas Suresi İle Hadid Suresi'nin İlk Ayetlerinin Tefsiri
 

YAZARLAR

ÇOK OKUNANLAR

Tasarım
  Tasarım : Networkbil.NET

Ana Sayfa  |   İletisim

@2008 kizildedem.com