"Ebu Basir diyor ki, Hz. Sadık (as)'ın şöyle dediğini işittim: "Allah Teala her zaman bizim rabbimizdir. Hiç bir malum olmadan ilmi onun zatıdır. Hiç bir duyulan olmadan duyması onun zatıdır. Hiç bir görülen olmadan görmesi onun zatıdır. Hiç bir makdur (kudret yetirilen) olmadan kudreti zatının aynısıdır. Eşyayı yarattıktan ve bir malum ortaya çıktıktan sonra maluma ilmi vaki oldu. Duyulana duyması vaki oldu. Görülene de görmesi vaki oldu. Ve makdura da kudreti vaki oldu. Ben arzettim: "O halde Allah daima muta-harrik (hareketli) idi" diye söyledim. İmam şöyle buyurdu: "Allah Teala bundan daha yücedir. Zira hareket fiille ortaya çıkan bir sıfattır." Ben dedim ki: "O halde Allah daima müte-kellim idi". İmam şöyle buyurdu: "Kelam hadis bir sıfat olup, ezeli değildir. Allah Teala mütekellim olmadan önce de vardı." (Usul-i Kafi, C. 1. s. 107. Tevhid Kitabı, 1. hadis.)
Hadisle ilgili açıklamaları birkaç fasıl zımnında beyan etmeye çalışacağız.
ŞERH
Fasıl
Allah Teala'nın Sıfatlarının Zatıyla Ayniyyeti Beyanında
Bil ki bu hadis-i şerif, Allah Teala'nın zatımn hakiki ve kemali sıfatlarla aynı olduğuna işaret etmektedir. Bu oldukça önemli bir konu olup tafsili bu sayfaların hacminin dışında kalmaktadır. Biz sadece filozofların kesin bürhanlarıyla, marifet ehlinin yoluna mutabık bir şekilde hak olan görüşe işaret edeceğiz.
Bil ki kendi yerinde de isbat edildiği gibi kemal, cemal ve tamam sınıfından olan herşey vücudun aynı ve varlık hakikatinin aslı ile ilgilidir. Tahakkuk diyarında tüm kemallerin kaynağı, bütün hayırların menşei olan tek bir asıldan başka birşey yoktur. O da vücudun hakikatidir. Eğer bütün kemaller vücud hakikatinin aynısı olmazsa ve bu hususta herhangi bir ikilik olursa tahakkuk diyarında da iki aslın olmasını gerektirir ki bu da birçok fesadlara sebep olacaktır. O halde kemal olan herşey mefhum veya mahiyet hasebiyle kemal değildir. Belki tahakkuk ve dış alemde husul sebebiyle kemaldir. Dış alemde muhakkak olan ise bir tek asıldır, o da vü-cuddur. Kemal olan herşey tek bir asla yani vücudun hakika-tina rücu etmektedir.
Hakeza isbat edilmiştir ki vücudun hakikati basit ve tüm cihette salt bir hakikattir. Her türlü terkipten müberra ve münezzehtir. Elbette ki bu zatının serahati ve hakikatinin hulusu baki kaldığı müddetçe bu böyledir. Ama eğer hakikatinden tenezzül ederse menzil ve mesnetlerinin münasebetleri hasebiyle akli veya haricî terkip ona arız olur. Ama zatı itibarı ile basittir. Terkib ise garib ve arazi (ilineksel) birşeydir. Bu beyanattan iki önemli kaide elde edildi: Birincisi şudur ki, tüm cihetlerden basit olan bir tek açıdan da tüm kemallerdir. Mevcut olduğu haysiyetiyle alim, kadir, hayy ve mü-riddir. Diğer isimler cemal ve celal sıfatları ona sıdk etmektedir. Alimdir kadir olduğu cihetiyle. Kadirdir alim olduğu ci-hetiyle; hatta akli açıdan itibar farklılığı da yoktur. İsimlerin ve mutlak mefhumların ihtilafı ise ayni hakikatin ihtilafı ile ilgili birşey değildir. İsbat edildiği üzere kemalin muhtelif mefhumları bir tek şeyden intiza edilmektedir. Hatta önceki beyan üzere bütün kemal mefhumlarının bir tek haysiyetten intiza edilmesi gerekmektedir. Eğer kemal mefhumları farklı haysiyetlerden intiza edilecek olursa bu bil-arazdır. Nitekim mümkün vücudlar da böyledir, vücud hakikati tenezzül eder ve yoklukla karışırsa bu farklılık vücuda bil-araz hasıl olur.
İkinci kaide de şudur ki tüm cihetlerden kamil olan sırf kemal ve hayır olan bir mevcut tüm cihetlerden de basit olmalıdır. Diğer iki kaideden de istifade edildiği üzere terkibi olan herşey, bu terkib her ne olursa olsun tüm cihetlerden kamil olamaz ve onda yokluk ve noksanlık da vardır. Noksanlığı olan ise mutlak basit olamaz. O halde Allah Teala tam bir basit mevcut olduğundan ve terkib; imkan, fakirlik ve gayrisine taalluku gerektirdiğinden Allah Teala'da da terkib diye birşey yoktur ve o her cihetten kamildir ve tüm isim ve sıfatlara sahiptir. O hakikatin aslı varlık mahiyyetinin hakikatidir. Bil ki onun vücudu vücuttan gayrisiyle ve kemali kemalden başkasıyla karışık değildir. O sırf vücuddur ve vücuddan başkası onda olacak olursa vücud ve yokluğun terkibi olan birtakım terkiblere sebep olur. O halde Allah Teala sırf ilimdir, sırf hayattır, sırf kudrettir, sırf basar, sırf se-mi'dir. Vesair kemalatlara sahiptir. O halde imam Sadık (as)'ın dediği de doğrudur. İlim, kudret, duymak ve görmek onun zatıdır.
Nakil ve Tahkik
Allah Teala'nın Sıfatlarının Taksimi Hususunda Filozofların Kelamının Nakli
Bil ki ilahi filozoflar Allah Teala'nın sıfatlarını üçe ayırmışlardır. Birincisi hakikiye sıfatlardır. Bunu da ikiye ayırmışlardır. Salt hakikiye sıfatlar örneğin, hayat sebat, beka, ezeliyet ve benzerleri. Veya zatu'l-izafe olan hakikiyet sıfatlar. Örneğin ilim kudret ve irade ki bunlar malum makdur ve murada izafedir. Bu iki çeşit sıfatı zatının aynısı olarak biliyorlar.
ikinci kısım sıfatlar ise salt izafiye sıfatlarıdır. Örneğin mebdeiyet razıkiyet, rahimiyet alimiyet, kadiriyet ve benzerleri.
Üçüncüsü salt selbiyet sıfatlar. Örneğin, kuddusiyet, sel-biyet, sebbuhiyet ve benzerleri. Bu iki çeşit sıfat ise zat-ı mukaddese zaid olan sıfatlardır. Tüm selbler, selb-i imkan olan bir tek selbe irca etmektedir. Nitekim bütün izafeler de tek mucidiyet izafesine irca etmektedir. İzafetlerin mebdeini ise işrakiye ve nuriye ifazetine irca etmektedirler. Bu taksimat, hakiki sıfatlardaki ayniyet, izafi sıfatlardaki ziyadet ve selbiyet bana göre tam değildir. Felsefi kesin burhanlar ile irfani sahih itibarlara uymamaktadır. Zira isimlerin ve sıfatların mefhumları babı ele alındığında ve mefhumi kesrete nazar edildiğinde sıfatlardan hiç birini zatın aynısı olarak bilmemek gerekir. Zira izafi ve selbi sıfatları aynı bilirsek Allah Teala salt izafe ve selbiye haysiyetinin aynısı olur. Hakeza hakiki sıfatlarını aynısı bilirsek Allah Teala'nm itibari mefhumlar ve akli manaların aynısı olması gerekir. Ve Allah Teala bundan münezzehtir. Eğer sıfatların hakikatlerine, isim ve sıfatların tahakkuk eden misdaklarına bakacak olursak bütün isimler ile izafi ve hakiki sıfatlar Allah Teala'nm zatının aynısıdır. Alimiyyet ile alim, kadiriyyet ile kadir arasındaki fark sadece mefhumi itibarlardadır ve bütün izafi sıfatları zati olan rahmaniyet ve rahimiyete irca etmektedir. Hatta razikiyet ve halikiyeti bile....
Tüm selbler bir tek selb-i imkana ve tüm izafetler bir tek izafeye irca etmekte ve hakikiyet sıfatlarında ise herhangi bir şeye irca ettirilmemektedirler. Eğer yine de mefhumlara bir göz atacak olursak, onlardan hiç birisi bir başkasına irca edilemez. Ne selb ve ne de izafelerde ve ne de hakikiye sıfatlarında. Ama eğer hakikatlere bakacak olursak bütün hakiki sıfatlar da bir tek hakikate, bir tek vacib olan hakikate irca edilir.
Allah Teala'mn Sıfatlarının Zatıyla Ayniyetinin Tahkikinde
Bilcümle sıfatlar babında tahkik nazarı hikmet lisanıyla şudur ki, hakiki sıfatlar ve mutlak izafi sıfatlar mefhum hasebiyle farklı ve hiçbirisi Allah Teala'mn zatıyla aynı değil-dir.Hakikat itibariyle ise hepsi mukaddes zatın aynısıdır. Ama sıfatlar için iki mertebe vardır. Birincisi zat mertebesi ve zatî sıfatlar mertebesidir ki, ondan hem ilim hem alimiyet hem kudret hem de kadiriyet ahzedilir. Ve diğeri de fiili sıfatlar makamıdır ki ondan da ilim, alimiyet kudret ve kadiriyet mefhumları ahzedilir. Ama selbi sıfatlarda böyle değildir. Kuddusiyet, sebbuhiyyet ve diğer tenzihi isimler zat-ı mukaddesin levazımıdır. Ve zat-ı mukaddes onlara nisbeten bil-araz misdaktır. Zira Allah Teala mutlak kemaldir ve mutlak kemal bizzat ona sıdk etmektedir. Zira o hakikatin aslıdır. Ve onun levazımı noksanlıkları selb etmektir. Arazi mis-dakın kemali, noksanlıkları selb etmektir. Marifet ehli ve kalb ashabı, feyzi akdes ile tecelli makamını zatı isimlerin mebdei olarak kabul etmektedirler. Feyz-i mukaddes ile tecelli makamını ise fiili sıfatların mercei olarak biliyorlar. Mukaddes feyzle tecelliyi ne gayr ne de ayn olarak kabul ediyorlar. Bu hususta bahsetmek onların tariki ile sıfat ve isimlerden bahsetmeyi gerektirmektedir ki maksadımızın dışındadır. Allah Teala'mn bazı sıfatlarını yoklukla ilgili işlere irca etmişlerdir. Örneğin, ilmi, cehaletin yokluğuna ve kudreti acizliğin yokluğuna irca ettirmişlerdir. Bu hususta en çok ısrar eden kadi Said-i Kummî'dir. Ki, üstadı merhum Receb Ali'ye tabi olmuştur. Biz eskiden onun burhanlarına hakeza delillerine bürhani bir şekilde cevap vermeye çalıştık.
Fasıl
İlmin İcaddan Önce Olduğu Beyanında
Bu hadis-i şerifte işaret edilen önemli konulardan biri de ezelde malumatlara (ilmin konusu) olan ilmin icaddan önce olduğu beyanıdır ki aslı büyük ihtilaflara yol açmıştır. Hakeza icmal veya tafsil keyfiyetiyle olduğu birçok tartışmalara yol açmıştır. Acaba zata zaid olan bir şey midir? Yoksa zatın aynısı mıdır? İcaddan önce midir? Veya icatla birlikte midir? Ki bu hususta tafsilatı bilmek için ilgili kitaplara başvurmak gerekir. Biz sadec konunun kendisini tahkik ediyor, diğer görüşleri ele almaktan sarf-u nazar ediyoruz.
Bil ki burhan ehli ve irfan ashabı nezdinde muhakkak olan şey şudur ki, bu hadis-i şerifte beyan edildiği üzere maluma olan ilim ezelde icaddan öncedir ve zatın aynısıdır. İlminin tafsili olduğuna işaret ederken de onun eşyalara basir olduğunu buyurmuştur. Ve Allah Teala hiçbir görülen yokken gören, hiç bir duyulan yokken duyandır. Zira duymak ve görmek tafsilen görülenleri ve duyulanları müşahededir. Ve bu oldukça açık bir konudur ve hakeza şu cümle ile de tafsili ilme işaret etmiştir: "Allah Teala eşyayı yaratınca malum oluştu ve Allah Teala'nın ilmi maluma vaki oldu." Zira icaddan sonra ilim yeni bir şekilde tahakku etmedi. Belki tahakkuk ettikten sonra maluma ilmi vaki oldu. Biz ilmin maluma vuku olmasını beyan etmeye çalışacağız. Bu önemli konunun izahı, muhakkik filozofların beyanıyla şudur ki önceki fasıllarda da işaret edildiği gibi Allah Teala sırf vücud ve sırf kemaldir. Sırf vücud, sahib olduğu besatet tam vahdet sayesinde tüm kemallerin ve bütün varlıkların camiidir ve bu cami-iyyeti kemal şeklindedir. Ve vücud sınırının ötesinde kalan herşey yokluk, noksanlık ve kusurdur. Bilcümle laşeiyettir. Dolayısıyla diğer mertebelerin vücuda isnadı kemale noksanlığı isnad etmektir. Mutlak kemale olan ilim, hiç bir noksanlıkla kusur olmaksızın kemalin mutlakına olan ilimdir. Ve bu ilim basitin külli ve tafsili keşfininin aynısıdır. Ezelen ve ebeden hiç bir zerre onun ilminin dışında değildir ve onda hiç bir kesret ve terkib yoktur.
Ama ariflerin tarifine gelince Allah Teala vahidiyet ve cem-i esmai makamında bütün isim ve sıfatların sahibidir. Bütün varlıkların ayn-ı sabiti cem makamında ilahi sıfatların ezelde ve icattan önce levazımatıdır. Zatın ahadiyet ve hüviyetin gaybi makamından mutlak tecellisi tüm isim, sıfat ve levazımının keşfidir. Ki bu da tüm varlıkların ayn-i sabitidir ve bu tecelli, tecelli-i vahid ve bu keşf de mutlak basit bir keşftir. O halde feyz-i akdesin tecellisiyle yapılan ilmi keşfin aynısı ile zat, isimler sıfat ve ayan keşfedilir. Ve bu hususta hiç bir kesret ve terkib de sözkonusu değildir.
Bu iki yol oldukça metin ve muhkem bir yoldur. Ama dikkat edilmesi gereklidir. Ve birçok usullere mübtenidir. Birçok felsefi istilahlar ile ehlullahla kalb ashabının terimlerine mübtenidir. Bu mukaddemat olmadıkça tam bir ünsiyet elde edilemez. Allah Teala'nın alimlerine, kamil bir hüsn-ü zan olmadıkça beyanatlardan hiç bir şey hasıl olmaz. Ve hayreti daha da artırır. Bu yüzden konuyu sadece bir şekilde beyan etmek daha da iyidir. Dolayısıyla diyoruz ki, vacib-ul vücudun mebdeiyyet ve nedenselliği mevcut maddeleri birbiriyle terkib ve tafsil eden tabii faillerin nedenselliği gibi değildir.
Örneğin marangoz mevcut maddelerde bir takım değişiklikler yapmakla terkib ve tafsiller icad etmektedir. Ama Hak Teala ilahi bir faildir ki eşyayı sabıkası olmaksızın bizzat iradesiyle mevcut kılmaktadır. İlim ve iradesi bizzat eşyanın vücud ve zuhurunun nedenidir. O halde tahakkuk diyarı onun ilmi sınırları dahilindedir. Ve onun izharıyla hüviyyet gaybının gizliliklerinden zahir olmaktadır. Gaybın anahtarları onun nezdindedir. Ve sadece o bilmektedir. Ayni sabitlerin safhasının mukaddes zata isnadı, insanî nefse zihinlerin isnadı gibidir. Ki bizzat iradesiyle icad etmekte ve hüviyet gaybmdan olanları izhar etmektedir; o halde tahakkuk diyarında olan herşey onun ilmi dahilindedir. Ve oradan zahir olmakta ve oraya dönmektedir. Allah'tan geldik ve Allah'a döneceğiz.
Daha açık bir beyanla demek gerekir ki birşeyin tam nedenine ve sebebine ilim elde etmek o şey hakkında ilim elde etmeyi gerektirmektedir. Örneğin, müneccim falan saat ve falan günde ayın veya güneşin tutulacağını söylüyorsa bu onun nedenlere olan ilmi vasıtasıyladır. Zira güneş, ay ve yerin hareketlerini kaydetmiş ve hareketleri kaydetmekle yeryüzünün güneş ile ay arasında girmesinin veya ayın yeryüzüyle güneş arasına girmesinin vaktini tesbit etmiştir. Eğer kaydı doğru olursa bir saniye bile farklılık arzetmez. Bütün nedenler ve sonuçlar silsilesi Allah Teala'nın zatına döner. Ve Allah Teala bütün varlıkların sebebi olan kendi zatına ilmi vardır. Sebep olduğu için de tüm müsebbebatmı bilmektedir.
Bu mezkur beyandan herkes kendi neşeti hasebiyle birini seçer. Bazısı diğer bazısından daha metin ve maksada daha yakındır.
Fasıl
Allah'ın Basir ve Semi Olduğu Beyanmnda
Büyük filozoflar arasında sözkonusu edilen Hak Teala'nın isim ve sıfatları babındaki önemli konulardan birisi Allah Teala'ya duyma ve görmeyi isbat etmektir. Mütekellimlerin ve filozofların cumhuru duyma ve görmeyi Allah'ın ilim sıfatına irca ettirmişlerdir ve şeyh İşraki ise ilmi, görme ve duymaya irca ettirmiştir. Elbette bunların bir takım beyanları vardır, ki bu muhtasar kitaplarımıza sığmamaktadır. Biz sadece Allah Teala'nın sıfat ve isimlerinden açıklığa kavuşan bir beyanı ele alacağız.
Bilmek gerekir ki filozoflardan ve büyük zatlardan bir çoğu bazı haysiyetleri ihmal için bazı isim ve sıfatları diğer bazı isim ve sıfatlara irca ettirmişlerdir. Nitekim maruf ve kesin olduğu üzere Allah Teala'nın iradesi en kamil bir nizama ve salaha olan ilmidir. Dolayısıyla duyma görme ve ilmi hakkında bir takım ihtilaflar edilmiştir ki bazısını bazısına irca ettirmişlerdir. Ve bu konu, tahkik edilmediğini ve birtakım haysiyetlerin ihmal edildiğini göstermektedir. Zira eğer, bundan maksad Allah Teala'nın iradesinin olmadığı duyma ve görmeye sahib olmadığı belki sadece ilmi irade, duyma ve görme olarak adlandırıldığı kasdediliyorsa bu batıl ve oldukça boş bir şeydir.
Bu surette Allah Teala'nın vücudun mebdei olduğu halde iradesiz ihtiyarsız bir varlık olması gerekir. Öte yandan Allah Teala'nın kemal sıfatlarıyla ittisafı babındaki ölçüde şudur ki o sıfat mutlak mevcudun kemali olmalıdır. Ve bilcümle vücudun hakikatinin sıfatı olmalıdır. Yani vücudun zatının aslının kemalatından sayılmalıdır. Şüphesiz ki irade vücudun mutlak hakikatinin kemal sıfatlanndandır. Bu yüzden de vücud her ne kadar tenezzül etse ondaki irade de o kadar zayıflar. Ve sonunda vücud öyle bir makama erişir ki ondan tamamıyle iradeyi selbederler. Ve onu iradesiz bilirler.
Örneğin madenler ve bitkilerde irade yoktur. Ama kemalleri yükseldikçe ve yücelere yüceldikçe iradesi de daha güçlü hale gelir. Nitekim tabii varlıklarda da görüyoruz ki ilk madde, cisim, unsur, maden ve bitkilerden geçince ilim ve irade güçlenir ve yukarıya çıktıkça da bu şerif cevher kamil hale gelir. Nitekim kamil insan, kamil bir iradeye sahiptir. Sadece irade edince bir unsur başka bir unsura dönüşür. Tabiat alemi onun iradesine musahhar olur. Bundan da keşfediyoruz ki, irade vücudun kemal sıfatlanndandır. Ve mutlak vücudun sıfatlanndandır. Bu hakikati başka bir hakikate irca ettirmeden Allah Teala'nm zat-ı mukaddesine isbat ediyoruz. Hakeza duymak ve görmek de mutlak mevcudun kema-latlarındandır. Duyma ve görmenin hakikati, cismi haletler veya mukayyed ilimlerden değildir. Aksine aletlere olan ihtiyaç nefsin görme ve duymasının tabiat alemi ve beden mül-kündeki zuhuru için gereklidir.
Nitekim ilim de tabiat mülkünde zuhuru esnasında beyine ihtiyaç vardır. Ve bu da tabiat alemi ile mülk aleminin noksanlığmdandır. İlim, görme veya duymanın noksanlığından değil.. Yoksa gayb aleminin hakikatlerini görür. Meleklerin ve ruhanilerin melekuti kelamını işitir. Nitekim Musa (as) da Hakkın kelamını münac-catlannda işitiyordu. Ve Rasulullah (sav) meleklerle konuşuyordu. Cebrail'i melekuti surette görüyordu. Ama diğer, hiç bir kulak onu duymuyor ve hiç bir göz onu görmüyordu. Ra-sulullah'a hatta bazen bir mecliste olduğu halde vahiy indiriliyordu.
Velhasıl duyma ve görme de ilmin aslına zaid olan ilimlerdendir. Ve ilim hakikatinden ayrı bir şeydir. Mutlak vücudun kemallerindendir. Dolayısıyla da vücud aslının mebdeyi ve varlıkların kemal çeşmesi olan Allah Teala'ya bunların is-batı da lazımdır. Ama eğer onların irade, duyma ve görmeyi ilme irca ettirmelerinden veya diğerlerini ilme irca ettirmelerinden maksad ilim ile iradenin Allah Teala için bir tek hay-siyyet ile sabit olduğu ve duyma görme ve ilmin Allah Tea-la'nın mukaddes zatında farklı haysiyetler olmadığı ise bu hak olan ve burhanla da muvafık olan bir konudur. Ama bunun bazı sıfatlara mahsus kılınmasının bir tercihi olamaz. Belki bütün sıfatlar salt vücud hakikatina rücu etmektedir. Ve bunun Allah Teala'nın zatı için birçok farklı sıfatların is-batıyla hiç bir münafatı yoktur.
Belki onu tekid etmektedir. Zira isbat edilmiştir ki vücud her ne kadar vahdete yakın olursa ve kesret ufkundan uzaklaşırsa esma ve sıfatlara karşı daha da cami durumuna gelir ve sonunda sırf vücudun basit bir hakikatine dönüşür. Allah'ın azameti yüce ve kudreti azimdir. Ve bu makam vahdetin besatetinin gayetidir. Allah tüm kemallerin camisi ve tüm sıfat ve isimlerin sahibidir. Tüm kemal mefhumları, celal ve cemal manası hakikaten ona sıdketmektedir. Ve onların mukaddes zata sıdkı en doğru ve evla bir şekildedir.
Vahdet her ne kadar güçlü ve tam olursa kemal mefhumlarının sıdkı da o oranda artar. İsim ve sıfatlar artış kaydeder. Ve bunun aksine mevcud her ne kadar kesrete yakın olursa kemal mehfumlan ona daha az sıdkeder. Ve sıdkı daha çok mecaza benzer, en zayıf durumda olur. Ve bunun sebebi de şudur ki, vahdet vücudla eşittir. Ve mutlak mevcudun kemalatındandır. Vücud ve vahdet gerçi mefhum açısından ayrıdır ama dış alemde vücudun hakikati vahdetin hakikatinin aynısıdır. Kesret nerede olursa noksanlık, yokluk, şer, zayıflık ve gevşeklik de orda olur. Bu da şundandır ki vücud her ne kadar noksanlık menziline tenezzül ederse kesret vücudun tüm mertebelerinden daha fazla olur. Rububiyet "makamı ve mukaddes zatın kibriyası salt vücuddur. Salt vahdet besatettir. Onda kesret ve terkib diye bir şey yoktur. Önceden de işaret ettik ki vücud hakikatinin kemalinin aslı, celal ve cemalin kaynağıdır. O halde salt vücud salt vahdet ve salt kemaldir.
O halde salt vahdeti en yüce mertebede olan zata tüm İsim, sıfat ve kemaller sıdkeder. Ve bu sıdkı en doğru ve en evla şekildedir. Ve bunun aksine her ne kadar kesrete yaklaşırsa noksanlığı dahada artar. Kemal isimler ve sıfatlar mefhumu ona nakıs bir şekilde sıdkeder ve sıdk keyfiyeti dahada zayıftır. O halde Allah Teala tüm kemallere sahiptir. Ve tüm isim ve sıfatların camiidir. Ve bunda hiç birisi başka birisine irca etmez. Her birisi kendi hakikatiyle zat-ı mukaddese sıdketmektedir. Duyması, görmesi iradesi ve ilmi hakiki bir manada ona sıdketmektedir. Ve zat-ı mukaddesinde hiç bir kesreti de gerektirmemektedir. Güzel isimler yüce örnekler kibriya ve güzellikler Allah Teala'nmdır.
Fasıl
Allah Teala'nm Malumata Olan ilminin Keyfiyeti Beyanında
Bil ki önceden de işaret ettiğimiz gibi Allah Teala için zati basit ilmiyle ve ezeli-vahid keşfiyle bütün varlıkların mutlak varlıkları ve vücudi kemallerin kemal cihetleri malum ve mekşuftur. Bu keşif basit ve tafsili tam bir vahdettir. Öyle ki ruhlar semasıyle bedenlerin arzından bir tek zerre ezelen ve ebeden Allah'ın ilminden hariç değildir. Ve bu ilim ve keşf ezeldedir. Zat-ı mukaddesin aynısıdır. Hudud ve tecellilerle malum olanlar ise icaddan sonra bil-araz tahakkuk eder ve bilaraz ilmin mütaalliki olur. Ve bu bilaraz taalluk icaddan sonradır. Hadisi şeritte de buna işaret edilmiştir. "Eşyayı yarattıktan sonra onlar da malum oldular. Ve ilmi maluma vaki oldu."
Elbette muhtemeldir ki, bu ibaret feyz-i mukaddesin tecellisi ile hasıl olan fiili ilme işarettir. Ve malumattan mak-sad da bizzat malum olanlardır. Ki bu da feyz-i mukaddese müteallik olan vücudî hüviyetler ve nuri- zuhuri tecellilerdir. O halde birinci ihtimale göre ibaret de şöyledir: "Mukaddes feyzi ile teceli edince alem bil-araz zuhur etti. Ve ilmi maluma vaki oldu. Yani feyzi bil-araz müstefizin aynasında zuhur etti. İkinci ihtimale göre ise ibaret şöyledir: "Mukaddes feyzi ile tecelli edince ve varlıkların vücudu bizzat zuhur edince (yani hiç bir takyidi haysiyet olmayınca) feyz bizzat müstefi-ze vaki oldu.
Her iki tabir üzere de mukaddes feyiz ile olan tecelli za-mani hadiseler ve tağyirlerin etkisinde değildir. Allah Tea-la'nın icadı hüdus ve tağyirden münezzehtir. Hatta sınırlandırma ve huduttan da münezzehtir. Nitekim zati ilim de her cihetten basit ve tüm haysiyetlere muhit bir ilimdir. Hakkın hakiki ayeti, zati ilminin zuhuru ve aynası olan fiili ilim de tam basit ve mutlak vahittir ve tahakkuk dairesinin tümüne muhittir ve onda hiç bir hudud tecedüd ve terkib de yoktur. Emrin gayeti şudur ki mukaddes kibriyanm bizzat zatıyla mütekavvimdir, aynı zamanda da salt taallukun bizzat kendisidir. Bu açıdan da Allah Teala'nm kibriyası altındadır ve zülcelalin mahzerinde huzurun bizzat kendisidir. Bu yüzden onu Hakkın ilmi biliyorlar. Nitekim natık nefsin akıl aleminde akli hakikatleri icadı ve hayal levhasında hayali misalleri icad etmesi nefsin fiili ilmidir. Ve onun zatında fanidir.
Filozoflarında dediği gibi nefsul-emr safhasının Hakk'a olan oranı ilmi suretlerin nefse olan oranı gibidir. Bu geniş ihata ve besatet ile nüfuz yüzünden demişlerdir ki Allah Tea-la cüziyatlara külli bir ilimle alimdir. Yani malumdaki cüziy-yet muhatiyet ve mahdudiyet ilimde mahdudiyete sebep olmaz. O halde ilim muhit, kadim, ezeli ve değişmez bir halete sahiptir. Malum ise mahdud, hadis ve mütegayyirdir. Ama onların kemalini bilmeyenler zannetmişlerdir ki, filozoflar cüziyata ilmi nefyetmişlerdir. Ve külliyet ile cüziyeti mantıkçıların ve lügatçıların örfündeki mütedavil manaya hamlet-mişlerdir. Ve bunların marifet ehlinin nezdinde başka isti-lahları olduğundan gaflet etmişlerdir. Bazı nazar ehli de onlara uymuşlardır. Hatta bu manayı marifet ehlinden (vacibul vücudun ilmi babında), filozoflar ahzetmişlerdir.
Fasıl
Subuti ve Selbi Sıfatların Mizanı Beyanında
Vacib ve mukaddes zatın sübuti ve selbi sıfatlarının mizanı şudur ki, kemal sıfatları ve cemal sıfatlarının tümü vücudun hakikati ve salt varlık zatı içindir. Ve bilcümle varlık hüviyetinin aynısına ve nuri vücudi zata rücu eden herşey Allah Teala'nın zatı için subutu lazım ve tahakkuku vacib sı-fatlarmdandır. Zira eğer sabit olmazsa ya mutlak vücud olan mukaddes zatın olmaması lazım gelir. Veya salt vücudun, salt kemal ve salt cemal olmaması gerekir. Ve her ikisi-de burhan ve irfan mektebinde batıl olan birşeydir. Nitekim bu kendi mahallinde de isbat edilmiştir. Kusur ve hudutlardan bir menzile tenezzül etmedikçe mevcut içrn sabit olmayan her sıfat mutlak kamilin zatında tahakkuku mümkün olmayan ve selbi lazım olan sıfatlardır. Zira mutlak kamilin ve sırf vücudun zatı, sırf kemalin misdakı olduğu- gibi noksanlıkları, yoklukları, hudutları ve mahiyetleri de selb etmektedir.
Muhakkıklar arasında meşhur olduğu üzere selbi sıfatlar bir tek selbe irca ettirilmektedir. Ve o da imkanın selbedil-mesidir. Ama yazara göre bu da doğru değildir. Zat-ı mukaddes tüm kemal sıfatlarının zati misdakı olduğu ve hiçbirisi diğerine rücu etmediği gibi bil-araz tüm noksanlıkları selbin de misdakıdır. Yoklukları ve noksanlıkları bir tek haysiyettir ve yokluklar arasında hiçbir farklılık yoktur denilmez. Zira gerçek hasebiyle mülahaza edilecek olursa mutlak yokluk tek bir haysiyet ve buna rağmen salt yokluktur. Mutlak vü-cud da bir tek açıdan bir tek haysiyet ve salt kemaldir.
O halde ahadiyet veya gaybul ğuyub mülahazanın olduğu bu nazarda hiçbir sıfat isbat edilemez. Ne hakiki subuti sıfatlar ve ne de celali selbi sıfatlar Ama vahidiyet ile isim ve sıfatların camii makamı mülahaza edildiği başka bir nazarda bunun bahsi sözkonusu olabilir. Nitekim kemali subuti sıfatlar oldukça çoktur. Her kemali sıfatın, mukabilindeki noksanlık sıfatım selbeden bir sıfatı olması lazımdır. Allah Teala alimin bizzat misdakı olduğu gibi cahil olmadığının da bil-arazî misdakıdır. Kadir olduğu için aciz de değildir. İsimler ilminde mukarrar olduğu üzere isimler ile subuti sıfatların muhi-tiyet ve muhatiyeti ile riyaset ve merusiyeti vardır. Selbi sıfat ve isimlerin de mezkur durumu bu itibarlar sayesinde gerçekleştirmektedir.
Bilcümle subuti ve selbi sıfatların mizani malum olduktan sonra anlaşılabilir ki kuvve ve ilk madde ile mütekavim olan ve zatının aslında hudus ve teceddüd olan hareket Allah Tealanm mukaddes zatında yoktur. Ravinin sorduğu örfi manadaki tekellüm de hadis ve mütecedid bir sıfat olduğundan Hak Teala'nın mukaddes zatından uzaktır. Ve bunun zat makamında Allah Teala için zati tekellüm ve kelamın isbat ile de hiç bir münafatı yoktur. Zira bu teceddüd ve hudustan münezzeh ve mukaddes bir mana taşımaktadır.
Bu önemli konunun icmali şudur ki, tekellümünün hakikati kelamının mahrecinden çıkması ile mutekavvim değildir. Lügat ve cumhurun örfünde var olan bu takayyüd ise evham ve fikirlerle karışık olan adetlerden kaynaklanmaktadır. Aksi takdirde manalarnı hiç bir tekayyud ve hududu yoktur. İlim salt bilgi ve bir şeyin alimin nezdindeki zuhurudur. Salt beyin ya ortak duygu veya hayalle idrak diye bir-şeyle mukayyed değildir. Farz edelim birisi eli veya ayağıyla herhangi bir şey hakkında ilim elde edince, birşey duyunca veya görünce, ilim duyma ve görme ona da sıdketmektedir.
Hakeza uyku aleminde gören, işiten, tekellüm eden, hissse-den kimseye de bütün bu manalar mecaz şaibesi olmaksızın sıdketmektedir. Halbuki hiç bir özel hissedilir alet de sözko-nusu olmamıştır. O halde ölçü bu mana ve mefhumların sıd-kmda özel idrakin bizzat kendisidir. Tekellümün hakikati gizlilerin izharıdır. Batındaki şeylerin hiç bir özel alet olmaksızın dış aleme yansımasıdır. Lügat hasebiyle bu mecaz olsa da manalar ve hakikatler sahasında bu takayyudlerin hiçbirisi yoktur ve akıl hasebiyle sadıktır. Biz esma ve sıfatlar babında lügati bahislere karışmıyoruz. Maksadımız lügat ve örf müsait olmazsa bile bizzat hakikatleri isbat etmektir. O halde diyoruz ki, kelamın hakikati içtekileri izhar etmektir. Bu ise hissedilen bir alet olsun veya olmasın lafız kategorisine girsin veya girmesin farket-mez. Kelam bu hakikati itibariyle vücudun kemaliyet sıfatla-rındandır. Zuhur ve izhar vücudun hakikatinden ve vücud hakikatiyledir.
Vücud kemale doğru çıktıkça ve güçlendikçe zuhur ve izharı da artar. Ve sonunda nurul envar, nur-u ala nur. Ve zuhur ala zuhur makamı olan en yüce ufuklara ulaşır. Vücudi "ol" kelimesi ve feyz-i mukaddesle vahidiyet makamının gaybmda olanları izhar eder. Feyz-i akdes ve ahadi zati tecelli ile de mutlak gayb ve ahadiyetin makamsızlık makamındakileri izhar eder. Bu ahadi tecellide mütekellim, ahadi mukaddes zat; kelam, feyz-i akdes ve zati tecelli; duyan ise isimler ve sıfatlardır. Bu tecelli sayesinde isimler ve sıfatlarının tecellisi de itaat eder ve ilmi tahakkuk elde ederler. Feyz-i mukaddesle olan vahidi tecellide ise mütekellim vahidi mukaddes zat olup tüm isim ve sıfatlara sahiptir. Kelam ise tecellinin bizzat kendisi, dinleyen, tahakkukta itaat eden ise bu sıfat ve isimlerin lazımesi olan ilmi ayandır, (öz-deklerdir) ki bunlar da ol emri ile tahakkuk etmişlerdir. "İcadını emrettiği her "ayn"a ol dediğinde o da ilahi emre itaat eder, olur ve tahakkuk eder. Bu hususta birçok rivayetler vardır ki biz bunlardan bu babda sarf-u nazar ettik. Başta da sonda da hamd Allah Teala'yadır.
Hazırlayan: ruhullah.com