"Hz. Sadık (a) şöyle buyurdu: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Her kim ilim öğreneceği bir yolda yürürse Allah onu cennete giden bir yola koyar ve melekler ondan razı olarak kanatlarını ilim talibi için gerer. Yer ve göklerde olanlar hatta denizde olanlar bile onun için yarlığanma diler. Alimin abide üstünlüğü bedir gecesindeki ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler dinar ve dirhem miras bırakmazlar. (Onlar) miras olarak ilim bırakırlar. O halde ilimden nasibini alan büyük bir nasib almıştır." (Usul-i Kafi, C. 1., s. 34. 1. hadis. Ki tabu Fazli'1-İlm ve Bab-u Sevabi'1-alim ve Müteallim.)
ŞERH
Bil ki bu hadisin elfazlarını şerhetmeye gerek yoktur. Ama RasuluUah (s)'in alimler için beyan buyurduğu bazı hasletleri birkaç fasılda beyan etmeye çalışacağım. Tevekkül sadece Allah'adır.
Fasıl
İlim Yolunda Olan Kimseyi Allah Teala'nın Cennet Yoluna Erdirdiği Beyanında
İlk etapta bilmek gerekir ki mutlak ilim iki kısma ayrılmaktadır. Birincisi dünyevi ilimdir ki nihai hedefleri dünyevi hedeflere ulaşmaktır. İkincisi de uhrevi ilimlerdir ki bunların da nihai hedefi melekuti makamlara nail olmak ve uhrevi derecelere erişmektir. Önceden de açıklandığı üzere bu iki çeşit ilmin üstünlüğü niyet ve maksadlarm üstünlüğün-dendir. Gerçi bu ilimler de haddi zatında iki kısma ayrılır. Hadiste ilim ehli için beyan edilen vasıflardan anlaşıldığı üzere ilimden maksat ahiret ilmidir.
Daha önceden de beyan edildiği üzere uhrevi ilimler üç çeşittir. Ya Allah hakkındaki ilim ve meariftir, ya nefis teh-zibi ve ilallaha suluk ilmidir ya da ubudiyet sünnetleri ve adabı ilmidir. Dolayısıyla diyoruz ki ahiret neşetinin imarı bu üç şeye bağlıdır. O halde cennet de tümel olarak üç çeşittir. Birincisi zat cennetidir ki Allah'ı bilmenin ve ilahî meari-fin gayetidir. İkincisi ise sıfatlar cennetidir ki bu da nefsin riyazet ve tenzihinin neticesidir. Üçüncüsü ise ameller cennetidir ki ubudiyete kıyam etmek ve bunun neticelerinin suretidir. Bu cennetler bayındır ve mamur değildir. Ameller cennetinin zemini de nefsin evvel emirdeki safhası gibi dümdüz ve tertemizdir. Bunların imarı nefsin imar ve bayındır olmasına bağlıdır. Nitekim nefsin gayb makamı; ilahi marifetler ve zati-gaybî cezbelerle bayındır kılınmazsa insan için asla lika ve zat cenneti hasıl olamaz. Eğer batın tehzib edilmez, derun tahliye kılınmaz, azim ve irade güçlenmez ve kalb ilim ve sıfatların tecelligahı olmazsa orta cennet olan esma ve sıfatlar cenneti de insan için hasıl olmaz, insan ubudiyete kalkışmaz, hareket ve sekenatı şeriata uymazsa "orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet aldığı her şey var" cenneti olan ameller cenneti hasıl olmaz.
Felsefî burhan, marifet ehlinin zevki, enbiya ve evliyanın rivayetleri ile mutabık ve Kur'an'dan istifade edilen bu önbilgiler esasınca tüm bu ilimler kendilerine mütenasib olan cennete vusul yoludur. Önceden de bahsettiğimiz gibi ilim mutlak olarak amelin yoludur. Hatta mearif ilmi bile böyledir. Ama mearif ilmi, kalbi ve batmî cezbelerdir. O amel ve cezbelerin neticesi ve batmî sureti ise zat ve lika cennetinin, suretidir. İlim yolunun süluku cennet yolunun yolcusunun sülûkudur. Yolun yolu da yoldur.
Önemli Nükte
Bu hadiste Rasulullah ilmi süluku kula, cennete süluku ise Allah'a isnad etmiştir. Zira kesret makamında kulun kes-betme yönüne ağırlık vermiş, vahdete dönüş makamında ise Hakk yönüne ağırlık vermiştir. Yoksa bu açıdan cennete sülük da kula isnad edilebilir.
"Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır." (Kehf, 49)
"Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onu görür ve her kim zerre ağırlığınca bir şer işlerse onu görür." (Zilzal, 7-8)
Bu cihetten ilmi sülük işini de Allah'ın tevfik ve teyidine ve zat-ı mukaddes'e isnad etmek caizdir. "De ki hepsi Allah indindendir."
Molla Sadra'nın bu hususta bir beyanı vardır ki, mülayim idrakin nefsi cennet ve münafir (mülayim olmayan) idrakin nefsi ise ateştir. Dolayısıyla ilimler nefsin mülayimatından, cehalet ise nefsin münafiratındandır. Aslında bu Molla Sadra'nın İmam Gazali'ye Esfar kitabında itiraz ederken savunduğu görüşüne aykırı bir görüştür. Gazali cennet ve cehennemi nefiste hasıl olan lezzetler ve elemler olduğunu söylemiş ve vücud-i aynisini (dış varlığını, özdeğini) inkar etmiştir. Gazali'den bu görüş nakledilmiştir. (Tehafetu'l-Felasife, s. 268).
Bu görüş filozofların burhanına aykırı olduğu gibi enbiyanın sözlerine semavi kitaplara ve tüm dinlerin zaruriyatına da aykırı birşeydir. Molla Sadra Gazali'yi red etmiş, hayalini batıl saymıştır. Ama Gazaîi'nin sözlerinin bir benzerini kendisi bu makamda söylemiştir. Ama yine de Gazali'nin görüşünü temelden reddetmiştir.Bu hususta daha fazla durmak uygun değildir, geçiyoruz.
Fasıl
Meleklerin Üim Talihlerine Kanatlarını Gerdiği Beyanında
Bil ki meleklerin de bir çok sınıfları ve türleri vardır ki gaybı bilen zat-ı mukaddes'ten başka hiç kimse bu hakk ordusunu hakkıyla bilemez. "Rabbinin ordusunu kendinden başkası bilemez." (Müddessir/10)
Meleklerden bir kısmı muheymin ve meczubin meleklerdir ki vücud alemine asla bakmamakta ve asla Allah'ın Adem'i yarattığını dahi bilmemektedirler. Hakk'm cemal ve celalinde fani ve zatı mukaddeste yok olmuşlardır. Diyorlar ki: "Nun, kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun" (Kalem, 1) ayetindeki "nun" kelimesi bu meleklere işarettir. Bazı melekler ise mukarreb ve ceberrut-i ala'da sükûnet etmekte olan meleklerdir. Bunların birçok türü vardır ye bu alemde her birisi kendine has bir işi tedbir etmektedir. Bazı melekler ise melekut-i ala ve cennet-i aliye alemindeki meleklerdir ki bunların da farklı türleri vardır. Meleklerden bir kısmı da berzah ve misal alemindeki meleklerdir.Bazıları da tabiat ve mülk aleminin müvekkil melekleridir ki her birisi bir işin müvekkili ve müdebbiridir.Mülk alemindeki müdebbir melekler misal ve berzah alemindeki meleklerden ayrıdır. Bu, yerinde isbat edilmiş ve de rivayetlerden istifade edilmiş birşeydir. (İlmu'l-Yakin, C. 1., s. 259-268).
Bil ki muheymin meleklerden melekut-i a'la'da yer alan meleklere kadar hepsi kanat, tüy vb. organlardan münezzeh ve müberradır. Melekler tüm maddeler ve gerekleri ile mik-dar (nicelik) ve ilintilerinden (avarız) münezzeh olan soyut varlıklardır. Ama misal alemindeki melekler ve melekutî berzahi varlıkların tümünde ecza, aza, kanat, tüy vb. şeyler var olabilir, mümkündür. Zira berzahî nicelik ile misali tecellilere sahip varlıklardır. Hepsinin belirli bir miktarı, organları ve niceliği vardır. "Hamd gökleri ve yeri yaratan ikişer üçer ve dörder kanatlı melekleri elçiler kılan Allah'ındır.' (Fatır, 1)) ayeti de bu meleklere işaret etmektedir.
Ama mu-karreb melekler ile ceberrut-i ala makamında sükunet etmiş olan melekler vücudî-kayyumî ihata sayesinde alemlerin tümünde o alemin heyet ve suretiyle tecelli edebilir. Nitekim ilahi dergahın yakınlarından ilahi vahyin taşıyıcısı ve ceber-rut alemindeki sakinlerin en yüce mertebesine sahip olan Cebrail Rasulullah'a (s) daima mukayyed, iki defa mutlak ve bazen de mülk suretinde tecelli ederdi. Hatta mülk aleminde bile bazan insanların en güzeli olan Rasulullah'ın süt kardeşi Dihye-i Kelbî suretinde tecelli ederdi.
Bilmek gerekir ki meleklerin mülki tecellisi, mülki varlıklar düzeyinde olmadığından duyuları selim olan her insanın görebilmesi mümkün değildi. Belki yine de melekutî veçhesi galib mülki cihetleri mağlub durumdaydı. Dolayısıyla mülki tecellilerini dahi insanlar mülki gözle göremiyordu. Aksine Hakk'm teyidi ve Rasulullah'ın işareti sayesinde as-habdan bazısı Dihye-i Kelbî suretinde olan Cebrail'i görüyorlardı. Bu beyanla ilim ve marifet talihleri, Hakk'a teveccüh edenler, ilahi rıza yolundaki suluk edenler Hz. Adem'in (ki meleklerin secde ettiği ve tüm vücud dairesinin itaat ettiği kimseydi) ruhanî evladıdır, tüm melekler ona inayet etmekte ve onu teyid ve terbiye ile görevlidirler. Bu, mülki insan melekuti ve bu arzı varlık semai olduğundan meleklerin kanadına basmaktadır. Eğer melekutî basiret gözü açılırsa melekleri kanadı, üzerinde olduğunu görür ve onların teyidiyle yürüdüğünü müşahede eder. Bu mülkten melekuta sefer edenler ama henüz yolda olanlarla ilgili şeylerdir.
Ama mülki olanlar ve melekuta girmeyenleri de melekuti varlıklar teyid ile meşgul olabilir ve tevazu göstererek onlardan ve amellerinden razı olduğundan kanatlarını onlar için serebilir. Gavali-il Leali'deki şu hadis de buna işaret etmektedir:
Mikdad Peygamber (S)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Melekler ilim talihleri için kanatlarını yerlere gerer; ta ki ondan razı olarak o kanatlara bassınlar." (Gavali-il Leali C. 1., s. 106. 44. hadis.)
O halde malum oldu ki ilallaha ve rızasına doğru atılan ilk adım meleklerin omuzuna basmak ve kanatlarına oturmaktır. İlim tahsilinin sonuna kadar da bu kanatlar üzerinde yürür. Ama mertebeler farkediyor. İlim yolunun salikle-rinin melekleri ve teyid edicileri değişir ve salik, melekleri geçerek bir takım alemleri kateder mertebeleri aşar ve mu-karreb meleklerin dahi giremediği ve vaihy emini Cebrail'in "Bir parmak daha yaklaşacak olursam yanarım" dediği makama erer.
Bu konu burhanla da mutabık birşeydir. Tevile de gerek yoktur. Nitekim Molla Sadra da böyle demektedir. Misal alemi melekleri ile onların mülki ve melekuti tecellilerini itiraf etmiş ve eşsiz birbeyanla "Esfar" kitabında isbat etmiştir.
Fasıl
Yer ve Gökteki Her Şeyin İlim Talibi için Yarlıgan-ma Dilediği Beyanında
Yerinde isbat edildiği gibi vücudun hakikati kemaller, isimler ve sıfatların tıpatıp aynısıdır. Nitekim sırf vücud da sırf kemaldir. Bu yüzden Allah Teala sırf vücud olduğundan sırf kemaldir ve tüm cemali ve celali isim ve sıfatların aynısıdır. Hadiste şöyle yer almıştır: "Tümü ilimdir tümü kudrettir." Vücudun hakikati tüm kemallerin aynısıdır, hiç bir kemal vücudun dışında kalamaz. Ama o kemallerin zuhuru vücud kapasitesi oranındadır. Bu yüzden vücud silsilesinin tümü o zatın ayetleri ve isim ve sıfatların aynasıdır. Bu konu burhanla da isbat edilmiş olup oldukça sağlam bir konudur. Aynı zamanda şuhud ashabının müşahedeleri ve marifet erbabının zevkiyle de mutabık haldedir ve Kur'an ve hadislerle de uyuşmaktadır. Nitekim kur'an'da birçok yerde tüm varlıkların teşbih ettiği zikredilmiştir. "Göklerde ve yerde olanların tümü Melik, Kuddüs, Aziz, Hakim olan Allah'ı teşbih etmektedir." (Cum'a, 1)
Ve "O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak siz onların teşbihlerini anlamıyorsunuz." (İsra, 44) ,t
Açıktır ki Allah'ı tesbih,tlannı bilmeyi gerektirir. İlim olmaksızın bu tahakkuk edemez. Hadislerde ise tartışılmaz bir şekilde açıkça beyan edilmiştir. Ama kelami cedel ve resmi felsefe ehli olanlar Allah'ın kelamını oldukça uzak bir tevile kalkışmışlardır. Halbuki bu işleriyle ayet ve naslann zahirine muhalefet etmişlerdir. Örneğin Nemi suresinde yer alan karıncanın tekellümü konusunu (Tefsir-i Kurtubi, C 13, s. 169-179) yersiz yere tevil etmişlerdir. Ehl-i Beyt'ten menkul birçok hadislere muhalefet aynı zamanda felsefî kesin bürhanlara da muhalefettir. Ama bütün bunları zikretmek burada uygun düşmediğinden geçiyoruz.
O halde varlıklar ve Allah'ı zikretmeleri şuur ve idrak üzeredir. Nitekim bir hadiste Rasulullah şöyle buyurmaktadır: "Ben bisetten önce çobanlık ederken bazan koyunların ürktüğünü görürdüm. Cebrail geldikten sonra bunun sebebini sordum şöyle dedi: "Bunlar kafirlere vurulan darbenin sesinden ürküyorlar; ins; ve cinler dışında tüm varlıklar bunun sesini duymakta ve ürkmektedir."
Marifet ehli kimseler mülk ve tedbiratıyla meşgul olduğu müddetçe melekut aleminden en çok gafil ve mahkum olan varlığın insan olduğunu söylüyorlar. Zira insanın bu meşguliyeti diğer tüm varlıklardan daha çok ve güçlüdür. O halde ihticabı (perdelenmesi) herşeyden daha çoktur ve melekuta nail olmaktan mahrumdur.
Tüm varlıkların bir melekuti yönü vardır ki o yönü hayat ilim vb. hayatî özelliklere sahiptir.
"Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekutunu gösterdik. " Bu ayet de tüm varlıklarda ilim ve hayatın varlığının bir başka delilidir.
O halde malum oldu ki tüm varlıkların ilim ve marifeti ve melekuti bir veçhesi vardır. Ama insan bunlarla aynı konumda değildir ve melekuttan mahkum ve mahcub (örtülü) haldedir. Onların ilim hayat ve hayati tüm özelliklerini ter-kedememektedir. Tüm varlıkların ilim yolunun saliki, Hakk'a müteveccih, tüm vücud silsilesinin başı, varlık aleminin velinimeti ve sahibi olan insan için yarlığanma dilemeleri, Hakk'm mukaddes zatının gaffariyet makamından melekuti kulağın duyabileceği bir melekuti sarih lehçeyle bu mülk aleminin kamil çocuğu ve tabiatın kıvanç kaynağı olan
insanı gufran deryasına garketmesini ve tüm ayıplarını örtmesini istemesi üzülecek ve acınacak bir olay değil midir?
Olabilir ki diğer varlıklar mukaddes zatın fenasına ulaşmak ve kemal deryasına garkolmak imkanına sahip olmadıklarını ve sadece Allah'ı bilen ilahi marifetlerin arifi ilim ve amel sahibi insan sayesinde bu imkanı elde edebileceklerini biliyor ve bu sebeple Hakk'ın gaffariyet deryasına gar-kol^maktan hasıl olan bir insanın kemalini Allah'tan taleb ediyorlar ki bu vesileyle kendileri de layık olan kemallerine erişsinler. En iyi bilen sadece Allah'tır.
Fasıl
Alimin Abide Üstünlüğünün Bedir Gecesinde Ayın Diğer Yıldızlara Üstünlüğü Gibi Olduğu Beyanında
Bil ki ilim ve ilimle kıvam bulan amelin hakikati nurdur. Bu konu da hem burhan ve irfan ve hem de naslar ve rivayetlerle mutabık olan bir konudur. Zira zahir, bizzat mek-şuf, muzhir ve gayrisini zahir kılan bir hakikati olan nur hakikati, ilmin hakikati için sabit ve sadıktır. Belki ilmin hakikat olması da hakikattir ve duyulur nurlara teşbihi mecaza daha yakındır. Zira duyulur (hisedilir) nur hakikatte zati bir zuhura sahip değildir. Ve o hakikatin bir tecellisi olup mahiyeti de (suret) vardır. Ama ilmin hakikati bizzat vücudun aynısıdır. Sadece mefhum itibariyle farklıdır. Ama özdek ve dış alemde onunla bir ve muvafık durumdadır. Vücudun hakikati nur ve ilmin aynısıdır. "Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur, 35). O halde ilim nurun aymsıdır. Hadis,i şerifte iman ve ilim nur ile ifade edilmiştir. "Allah'ın kendisine nur vermediği kimsenin hiç bir nuru olamaz. (Nur, 40) Bu ayetteki nur Ehl-i Beyt-i ismet tarafından ilim diye tefsir edilmiştir.
"Allah göklerin ve yerin nurudur." ayetinin tefsirinde imam Sadık (a) şöyle buyurmuştur: "Evet Allah Teala öyledir. "Nurunun misali" kelimesinden maksud Muhammed (s)'dir. "Bir kandil gibidir" ifadesinden maksad ise Muhammed (s)'in göğsüdür. "İçinde çerağ "dan maksad ise şudur ki onun göğsünde ilim nuru yani nübüvvet vardır. "Çerağ bir sırça içerisindedir" ifadesinden maksad ise Ali'nin göğsünde yer eden peygamberin ilmidir. (Tevhid, s. 157, 3. hadis)
İmam Bakır (a) ise şöyle buyurmuştur: "Ben göklerin ve yerin hidayetçisiyim. Bana verilen ilim kendisiyle hidayet bulunan bir nurdur. İçinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandilden maksat Muhammed'in kalbidir. "çerağ"dan maksat, içinde ilim olan nurdur." (Revzetu'1-Kafi, C. 8., s. 380.)
Başka bir rivayette şöyle buyurmuştur: "Mümin beş nurla döner: Girişi nur, çıkışı nur, ilmi nur, kelamı nur, kıyamette cennete doğru olan yolu da nurdur." (Burhan, C. 3., s. 135)
Meşhur hadiste ise şöyle yer almıştır: "İlim Allah'ın istediği kinmselerin kalbine koyduğu bir nurdur." Ehlinin ilim ve iman derecesi itibariyla da bu nurun birtakım dereceleri vardır. Bilmek gerekir ki iman ve ilim ehlinin kalbindeki bu nur ahiret nurlarından olduğu için o alemde nefsin faaliyeti gereğince hissi (duyulur) nur şeklinde zuhur eder ve sıratı aydınlatan da bu nurdur. Bazılarının nuru güneş nuru gibi bazılarının nuru da ay nuru gibidir. Bazılarının nuru ise sadece kendi önünü aydınlatacak kadardır.
O halde anlaşıldı ki ilim nurdur ve mecaz şaibesi olmaksızın hakikaten zuhurdur. Ama bizler karanlık mülk ve tabiat aleminde örtülü kaldığımız için ilmin bu nurunu ve gerçek güneşi göremiyoruz. Dolayısıyla bunların birer mecaz, istiare, tahmin ve tabir olduğunu sanıyoruz. Evet böyle kaldığımız, ariyet hayatında tabiat sarhoşluğunda kaldığımız müddetçe ve hakikati mecazdan ayırmadığımız müddetçe bizim mecazi bakışlarımıza hakikatler mecaz görünür. Evet mecaz diyarında hakikatler bile mecaz olarak görülür. "İnsanlar uykudadır. Öldüklerinde uyanırlar." Öldükten sonra alimin nurunun da ay ve güneş gibi nurlu olduğunu görürüz. Bu dünyada ilminin nuruyla karanlık kalpleri aydınlatır ve cahil kalplere hayat verir. O alemde de nuru ihata edicidir ve ilim nuru ölçüsünde şefaat edecektir.
Bilmek gerekir ki ilimsiz ibadet de oluşmaz ve bu cihetten abid'in de özel bir nuru vardır, iman ve Hakka ibadetin kendisi de nur türündendir. Ama abid insanın nuru sadece kendini aydınlatır ve onunla önünü görür. Başkaları o nurdan istifade edemez. Bu yüzden onlar bedir gecesinde ayın nuru karşısında aydınlığı gizlenen yıldızlara benzer. Sadece kendilerini aydınlatır başkalarına bir faydası olamaz. Abid de alim karşısında böyledir. Abid de karanlık gecede etrafını aydınlatan yıldızlar değil; bedir gecesinde sadece kendini aydınlatan yıldızlar gibidir. Sadace zahirdirler; muzhir (zahir kılan) değildirler.
Molla Sadra bu hususta şöyle diyor: "Bu hadiste alimden maksad ilmi ledünni ve ilahî-vehbî olan rabbani alimler (yani enbiya ve evliya) değildir. İlimlerinin aya teşbihi de buna delalet etmektedir. Yoksa güneşe benzetilmeliydi. Zira güneşin nuru kendi tür veya cinsinden bir şey vasıta olmakızın Hakk'ın ifazesi iledir."
Fasıl
Ulemanın Peygamber'in Varisi Olduğu Beyanında
Bu ruhanî bir verasettir. Alimlerin peygamberlere veladeti melekutî bir veladettir. İnsan mülkî ve cismanî neşet sebebiyle mülk aleminin çocuğu olmasına rağmen peygamberlerin terbiyesi ve kendisi için kalb makamının husulünden sonra melekutî bir veladet kazanır. Bu veladetin menşei cismanî baba olduğu gibi o veladetin menşei de peygamberlerdir. O halde onlar ruhanî babalardır. Ve veraset de batmî-ruhanî bir verasettir. Veladet de ikinci bir melekutî bir veladettir. Nebilerden sonra da talim ve terbiye işini nebilerin hakiki ruhanî varisleri olan alimler üstlenmiştir. Nebiler bu ruhanî makam hasebiyle dirhem-dinar sahibi ve mülk ile mülkî şeylere teveccüh eden kimseler değildi. Onlann mirası bu makam hasebiyle ilim ve meariften başka birşey değildir. Gerçi mülki veladet ve dünyevi işler sebebiyle beşeri haysiyetlerin tümüne sahip idiler.
"De ki şüphesiz ben de sizin gibi bir beşerim."
Bunların varisi bu makam hasebiyle alimler değildi. Belki kendi cismanî evlatları idi. Ama cismaniyet makamı hasebiyle mirasları dirhem ve dinar da olabilir.
Bu hadis-i şerif açık bir şekilde ruhanî verasete delalet etmektedir. Rasulullah'ın "Biz peygamberler miras bırakmayız. " diye bilinen hadisi doğru olsa bile, nübüvvet ve ruhanî veraset makamı hasebiyle mal ve mülk bırakmamıştır. Sadece ilim ve marifetler miras bırakmıştır.
Ve's-Selam..
Hazırlayan: ruhullah.com